3 Mart 2018 Cumartesi

Yemek Saati - Kısa Korku Hikayesi


Lütfen" diye yalvardı Corwin. "Bırak gidiyim" alnından akan soğuk terler gözyaşlarına karışıyordu cılız gencin.
Karşısındaki adam onun yüzüne dahi bakmadan önündeki küçük kıyılmış etleri ağzını şapırdatarak yemeye devam ediyordu. Bu şapırtı sessizliğin içindeki beyaz boşluğu bölüyor  ve hiç durmayan gürültü oluşturuyordu.
Corwin, adam yemeğini yerken, kapalı perdenin arasından sızan güneş ışığının yavaş dansını izliyor, zihnini masadaki etlerden ayırmaya çalışıyordu.
Zaman geçmesine rağmen karşısında duran adam yanıt vermeyince tekrar titreyen sesini gün yüzüne sundu. "Benim hiç bir suçum yok"
Adam bu sefer kafasını, az buçuk olan etten ayırmıştı. Çatalını tekrardan küçük bir parçaya batırmadan önce fısıldadı "Kızımı öldürdün"
"Hayır" bağlı olduğu sandalyeden kurtulmaya çalışarak kıpırdandı ama hiç bir işe yaramıyordu. Halsizliği iyice artmıştı. "Sadece... Sadece yemek hanede yaptığımız küçük bir şakaydı"  Bir kaç nefes almak için duraksadı. "Onun acı sosa bu derece alerjisi olduğunu bilmiyordum. Lütfen. Bırak gidiyim" Son cümlesinde sesi iyice solmuştu. Adam tabağındaki son et parçasını ağzına attı ve tekrardan kafasını kaldırdı. Bu sefer yuzunde yarım bir sırıtışla birlikte şeytani bir bakış vardı. "Ama o öldü" dedi adam. "Yemeğini dahi bitiremeden öldü. Şimdi ise ben onun yerine yiyorum."
Büyük  cüsseli adam loş odada ayağa kalktı ve tabağının yanındaki baltayı eline aldı.
Adam baltayı Corwin'in koluna dayadığında Corwin artık bağıracak gücü kendinde bulamamıştı. Kısa zamandır yerinde olmayan elinden dolayı kaybettiği kan onu iyice halsizleştirmişti.
"Umarım kolun da elin kadar lezzetlidir"
adam baltayı indirdiğinde Corwin artık vücudundan bir parça daha kaybetmişti. Yakın zamanda gözleri önünde tükenip gidecek vücudundan

13 Eylül 2017 Çarşamba

Esrarengiz Okul Bölüm:3 • Kısa Korku Hikayeleri

Okulun ikinci günü sabah okula giderken tekrar hapishanenin önüne baktım. O adam yoktu ancak oradan hızlı adımlarla geçmezsem sanki birden belirecekmiş gibi geliyordu. Hızlıca okula girdim. Sınıfa girince geçen günkü gibi en arka sıraya oturdum ancak bu sefer yanıma gerçekten çirkin bir kız gelip oturmuştu. Dünden hatırladığım kadarıyla adı Sarah'ydı ancak sınıftaki herkes ona Pasaklı Sarah diye sesleniyordu. Bir süre gözlerini sonuna kadar açıp bana baktı. Sonra da '' çok yakışıklı olmuşsun.'' diyince tüm sınıf gülme krizine girdi. Kız bana doğru iyice yanaştı. Şişman bedeni yüzünden sıradan düşmemek için masaya tutunmak zorunda kalıyordum.
''Sence ben de güzel olmuş muyum?'' diye sorunca içimden gerçekten kusma isteği geldi ama yalan söylemek zorundaydım. Yüzüne bakmadan soğuk bir ses tonuyla ''evet'' dedim.

O sırada öğretmen içeri girdi ve sınıfı içten olmayan bir gülümsemeyle selamladı. Ardından öğretmeni fark etmediği için bağırarak konuşmaya devam eden bir kızı kolundan tutarak müdürün odasına götürdü. Geldiğinde tüm sınıfta sessizlik hâkimdi.

''Bugün oturma planı yapılacak bu oturma planında çok sert olmayacağım ama şu anda oturduğunuz yerlerden başka yere kıpırdarsanız size gerekli olan cezayı veririm.''

İtiraz edemeyeceğimi biliyordum. Kız bana bakıp gülümsüyordu. Ders boyunca bana dokunup durdu. Tüm dersler bittiğinde sonunda kızdan kurtulduğumu düşündüm ancak koridorda zorla koluma girerek yürümeye başladı. Ona bana dokunmamasını gün boyu söylememe rağmen vazgeçmiyordu. Jason'ın yanına gelene kadar beni kolumdan çekiştirip durdu sonrada '' servise gidiyorum ben tatlım'' deyip beni bıraktı. Gerçekten çok iğrençti. Jason gülmeye başlayınca ona aldırmadan okuldan çıktım. O ise gülme krizi bitince yanıma koşarak geldi.
''Üzgünüm dostum ancak sen onunla sevgili misin cidden?'' diye sordu hala kıkırdıyordu. Sert bir şekilde ''Hayır!'' dedim sonra sesimi biraz yumuşatarak devam ettim. '' Kız sabahtan beri yanımdan ayrılmadı sanırım bir kız tarafından taciz edilmiş ilk erkek olma ünvanını taşıyorum''

Jason gülmeye devam etti. Evet, o iyi bir dosttu ama şu anda alay etmesi hiç hoş değildi. Eve geldiğimde tamamen keyifsizdim yaşadığım olay hiç hoşuma gitmemişti. Hemen yatağıma yatıp uyudum çünkü gün hakkında annem bana soru sorucağında yalan söylemek için fazla yorgundum.

Aradan 4 hafta geçti her geçen gün kızın lakabı olan pasaklı bana geçmişti. Kişisel bakımıma ne kadar önem verirsem veriyim bu lakap her geçen gün kızdan arınıp bana geçiyordu. Jason hariç herkes okulda benden uzak durmaya başladı. Hatta 4.haftanın sonunda Sarah bile artık benimle konuşmuyordu. Bu gerçekten kötüydü çünkü asıl pasaklı ben değildim. Yürürken bile bana iğrenerek bakan insanlar rahatsız ediyordu. Carryhall'de uzak durulması gereken bir kişi olarak tanınmıştım
Okul sömestr tatiline girmeden yaklaşık bir hafta önce öğle arasında sınıfta oturuyordum. Birden sınıfa 2 öğretmen girdi biri Bay Brooks'du diğeri ise Fransızca öğretmenimiz Bayan Garcia. Beni yanlarına çağırdılar ve müdür odasına doğru çekiştirerek götürdüler. Herhangi bir disiplin suçu işlediğimi düşünmüyordum ancak sadece disiplin suçu işleyenler müdürün yanına giderdi.

Müdürün odasına girince Bay Brooks kapıyı kilitledi ve bana müdürün yanındaki sandalyeye oturmam için işaret verdi. Yavaşça oturdum. Korkudan ellerim titriyordu. Müdür Leo Wood bir süre koyu yeşil ve ürkütücü gözleriyle bana baktıktan sonra konuşmaya başladı. ''Jeff Hanson... Korkmana gerek yok seni okuldan kovmayacağız en azından şimdilik. Şu anki konumuz baban hakkında.''

Bu beni şaşırtmıştı. Müdürün babamı tanımasını hiç beklemezdim. ''Babam mı?'' diye sordum merakla.

''Baban şu anda burnunu sokmaması gereken olaylara burnunu sokuyor. Onu uyar ve bu okul hakkındaki soruşturmalarına son vermezse cezasını çekeceğini söyle ona.'' dedikten sonra önünde duran kahvesinden bir yudum aldı. Beyaz bıyıklarına bulaşan kahve midemi bulandırmıştı. İğrenç bir şekilde gülümsedikten sonra öğretmenlere kafasıyla işaret etti ve Bay Brooks beni sertçe çekerek ayağa kaldırdı. Kapıyı açıp sınıfa gitmemi söyledi ama ben sınıfa gitmedim. Aklımda bu kadar soru varken sınıfta duramazdım. Koşarak okuldan çıktım. Hapishanenin önünden geçerken tellerin hemen arkasında duran ilk gün gördüğüm adamı gördüm. Bana seslendiğinde bu sefer çok korkmamıştım. Durup ona baktım.

''Buraya yaklaş çocuk'' dedi. Sesinde tedirginlik vardı. Tellere doğru yaklaştım. Adam bana bakıyordu. ''Dikkatli olmalısın. Bir karar verirken iki kere düşün yoksa içinden çıkamayacağın belalara bulaşabilirsin'' dedi.
'' Beni nereden tanıyorsunuz? Ve neden bahsediyorsunuz sizi anlamıyorum'' dedim adama ancak o yine cevap vermedi sadece boş boş bakmayla yetindi. Bir süre cevap vermesini bekledim ancak havadaki sessizlik dağılmayınca yoluma devam ettim. Eve geldiğimde babam hala gelmemişti işten çıkmasına 3 saat vardı ancak benim o kadar sabrım yoktu. Evimizin önünden geçen dolmuşların birine binip polis merkezinin önünde indim. Babam cinayet büroda çalışıyordu. İçeri girdikten sonra mavi tabelaları takip ederek bir kaç kez yanılmış olsam da sonunda babamın çalıştığı büroyu buldum. İçeri girip babamın çalıştığı masanın önüne gittim. İşine o kadar adapte olmuştu ki bilgisayarın içine girecek gibi gözüküyordu. Gözlerini bir saniye bile kırpmadan çalışıyordu. Normalde böyle çalışan biri olduğunu sanmazdım ama bugünden sonra fikirlerim değişecekti. Babama seslendiğimde kafasını bilgisayardan kaldırdı ve bana baktı. İlk defa onun çalıştığı büroya geliyordum. Gözlerinin önüne gelen saçlarını geriye doğru itti ve bana ne olduğunu sorarcasına baktı. ''Konuşmamız gerek.'' dedim ciddiyetimi koruyarak. Yanındaki sandalyeye oturdum. '' Bugün müdür beni yanına çağırdı ve senin Carryhall Lisesi ilgili araştırma yaptığını söyledi. Ayrıca bunu durdurmanı söyledi. Yoksa cezanı çekermişsin ''

''Tabi öyle der.'' dedi babam biraz düşünceli bir tavırla.
''Olayın ne olduğunu anlatabilir misin bana? Benim okulumu ilgilendiren şey bence beni de ilgilendirir. Belki sana bu konuda yardım edebilirim'' dedim sakince. Ancak babam birden kaşlarını çattı.

''Sence ne araştırdığımı sana söyler miyim? Bu gizli bir iş Jeff anla artık şunu!'' diye bağırdı. Onun bana bağırması sinirimi bozmuştu ancak sakinliğimi korumaya çalıştım.

''Sadece ne olduğunu anlatabilirsin diye düşünmüştüm.'' diye cevap verdim. Ben ne kadar sakin olsam da babam hala bana kızgın bir şekilde bakıyordu. Sandalyeden ayağa kalktım. ''Pekâlâ, anlatman gerekmez benim okulum ve istediğim her yerini araştırabilirim. Bunu senin için değil kendim için yapacağım.'' dedikten sonra kapıyı çarparak dışarı çıktım. Okula doğru ilerledim. Okula vardığımda okul yeni kapanmıştı Jason kapının önünde beni bekliyordu. Ancak okul yerine dışarıdan gelince şaşırmıştı. Neden dışarıda olduğumu sorunca ona tüm olayı anlattım.

''Pekâlâ, şimdi ne yapacaksın ?'' diye sordu Jason. ''Okulu nasıl araştırmayı planlıyorsun?''
''Bilmiyorum. Belki okula bir göz atarak başlayabiliriz. Daha önce hiç bodrum katına inmiş miydin?'' diye sordum. Jason düşünür şekilde saçlarını karıştırdı.

''Hayır'' dedi. ''Ancak duyduğuma göre öğrenci arşivi varmış. ''

''O zaman biraz göz atmakta sorun olmaz herhalde'' dedim. Jason bir süre karşı çıktı ama sonradan onayladı. Okula girmek için akşam olmasını bekledik. Hava kararmaya başladı. Orman karanlık havada dehşet verici görünüyordu ayrıca hapishaneden de kavga sesleri geliyordu. Hava tamamen kararınca okuldan içeri girdik. Kapılar kilitliydi ancak birinci katın penceresi iki gün önce kırıldığı için oradan girebildik. Okulda kameralar vardı ancak karanlıkta da çekim yapan cinsten değildi. O yüzden ışıkları açmadığımız sürece hiçbir sorun yoktu. Birbirimizin ayak seslerini takip ederek aşağı kata birkaç tökezleme ile vardık. Aşağı katta bodruma tahta bir kapı vardı ancak kilitliydi.

''Anahtarları nereden bulacağız?'' diye sordu Jason.

'' Müdürün odasında anahtar olduğuna eminim.''

Geri yukarı çıkmak için döndüm ancak tammerdivene bir adım atmıştım ki ayağım kaydı. Düşerek bilincimi kaybettim.Kendime geldiğimde Jason gözümün önünde bir anahtar sallıyordu. Bu bodrum katınanahtarıydı hemen ayağa kalktım.  Başımdakisızlamaya karşı gelerek kilidi yavaşça açtım.



#4

12 Eylül 2017 Salı

Esrarengiz Okul bölüm:2 • Kısa Korku Hikayesi - Korku Merkezim

Yola devam ederken yolumuzun hapishanenin tam önünden geçtiğini fark ettim. Hapishaneye yaklaşınca turuncu tulumlar içindeki mahkûmları görebiliyordum.

Hapishanenin hemen yanına vardığımızda zayıf bir adam bana bakıp oturduğu banktan ayağa kalktı sanki orada olmaması gereken biri gibi görünüyordu ama bu ondan korkmama engel değildi.

Oturduğu yerden kalktı. Tellere doğru yaklaşırken bana bakmaya devam ediyordu. Korkup kafamı önüme doğru çevirdim.

Adam o anda sinirli bir sesle ''Hey sen sarı saçlı çocuk!'' diye bağırınca olduğum yerde dondum. Jason bana gelmemi işaret ediyordu ama korkudan kıpırdayamamıştım bile.

Adam yine bağırdı. ''Hemen bana doğru dön!''

Yavaş bir şekilde ona doğru döndüm. Bana bir şey yapamayacağını bilsem bile beni korkutuyordu.
''Seni tanıyorum. Dikkat etmen gerek. Kötü şeyler olacak!''
''Neden bahsediyorsun?'' diye sordum sesimin titremesine engel olamadan. Ancak adam cevap vermeden arkasını dönüp tekrar banka oturdu. Bir süre adama baktım. Adam içime hüzün düşmesine neden olmuştu. Bankta otururken gerçekten çok kaygılı ve üzgün görünüyordu. İçimden, ''o bir suçlu'' diye düşündüm. Adama bir daha bakmadan yoluma devam ettim.

Okula vardığımızda adamı aklımdan çıkarmaya çalışıyordum. Jason ile aynı sınıfta değildik ancak sınıflarımız aynı kattaydı ben 10-D'ye Jason ise 10-E'ye gidecekti. Sınıflarımıza doğru çıkarken Jason adamın deli olabileceği ile ilgili gevezelik ediyordu ama onu dinlemedim çünkü adamı daha çok düşünmek istemiyordum. ''Sonra görüşürüz'' deyip sınıfıma girdim. İçeride büyük bir kargaşa vardı. Tahtanın önünde kavga eden iri çocuklar, ön sırada sesli biçimde şarkı söyleyen iki kız, çok önemli bir konu varmışcasına bağırarak tartışan arkadaş grubu kargaşanın yaratıcısıydı.

Öğretmen içeri girdi ancak sınıf, öğretmeni fark etmemişti bile. Öğretmen, kavga eden çocukların arasından geçti ve dosya çantasını sertçe masaya koydu. Bu herkesin susması için yeterli değildi. Öğretmen masasına oturdu bir süre çantasını karıştırdıktan sonra içinden çıkan silah herkesi şok etti. Ortada kavga eden çocuklar dâhil herkes susup sıralarına oturdu.

''Sadece oyuncak'' deyip güldü. Silahı geri çantasına koydu.

Bu içimdeki endişeyi azaltmamıştı çünkü daha önce hiç bu kadar gerçekçi bir oyuncak görmemiştim. ''Okula gerçek bir silah getiremez'' diye düşünüp kendimi rahatlattım.

Öğretmen çok genç görünüyordu. Ancak yapılı bir vücudu vardı. Kahverengi saçları jöleyle arkaya yatırılmıştı ve siyah bir takım elbise giyiyordu.
''Ben sizin yeni sınıf öğretmeninizim. İsmim Arnott Brooks. Bundan sonra bu sınıfta tam disiplin uygulanacak''
Sesi çok ciddiydi ve ses tonu herkesin tüylerini ürpertmişti.
'' Bu sınıfta teneffüsler ve okul dışındaki davranışlarınız da dâhil herhangi bir suç işlerseniz, derste rahatsızlığa neden olursanız bir daha bu okula adımınızı atamazsınız.''

Okul çıkışı Jason'ı bahçede beni beklerken buldum. Eve doğru yürürken Arnott Brook'tan bahsettik. Söylediğine göre öğretmen sadece bizim sınıfa giriyormuş. Bu içime şüphe saldı çünkü benim bildiğim öğretmenler en az üç sınıfa girerdi. İki dakika yürüdükten sonra tekrar hapishanenin önüne gelmiştik. Hızlıca hapishanenin etrafına baktım ancak sabah gördüğüm adam dışarıda değildi. Yinede hapishanenin önünden hızlı adımlarla geçtik.



Esrarengiz Okul • Kısa Korku Hikayesi - Korku Merkezim

Uyandığımda hava hâlâ karanlıktı. Bu kadar erken kalkmak hiç bana göre olmasa da okulun ilk günü geç kalmak istemiyordum. Uykulu bir şekilde merdivenlerden aşağı inerken burnuma kızarmış ekmek kokusu geldi. Annem ve babam çoktan kahvaltıya başlamışlardı bile. Onlara ''Günaydın'' dedikten sonra sofraya oturdum. Tam o sırada 9 yaşındaki kız kardeşim merdivenlerden hızlıca iniyordu. O kadar gürültü çıkarıyordu ki tüm sokağın uyandığına yemin edebilirdim.
''Jeff!'' diye bağırıp kolumu çekmeye başladı. Annem, ondan en az yüz kez ''abi'' demesini istese de hala ismimle hitap ediyordu.
''Ne oldu Leia?'' diye sordum beni çeken elini tutup. Elleri buz gibi ve yumuşaktı.
''Jeff, sana çok önemli bir şey demeliyim. Senin başlayacağın okulda hayaletler gezip öğrencileri öldürüyormuş. Ya sana bir şey olursa?''

Böyle hikâyeleri her zaman arkadaşlarından duyup koruyordu. Küçüklüğümden beri hayaletler her zaman bana saçma gelmiştir. Hiçbir zaman böyle bir korkuya kapılmamıştım ancak Leia'yı anlamaya çalışıyordum.

Kalkıp Leia'yı kucağıma aldım. Boyu yaşıtlarına göre daha kısaydı ayrıca hafifti. ''Hayalet diye bir şey yoktur canım. Ayrıca olsa bile bana bir şey yapamazlar.'' deyip alnından öptüm sonra eğilerek sandalyeye oturttum. Ancak Leia sakinleşmemişti.
''Ama ya gerçekten varsa? Sana bir şey olmasını istemiyorum.'' dedikten sonra hıçkırıklara boğuldu. Leia'nın beni düşünmesi mutlu ediciydi ancak sabahın köründe böyle bir ağlamayla karşılaşmak hiç motive edici değildi.
Annem Leia'yı sakinleştirmeye çalışırken babam da gözlerini devirip bana gülümsedi. Artık bu ağlamalara o da alışmıştı. Geçen ay New Jersey'den Kentucky'e taşındığımızdan beri her gün ağlıyordu.

Kentucky' e taşınmamızın sebebini ise size söyle anlatabilirim; Annem hastanede çalışan bir doktor ve babamda polis. Annemin çalıştığı hastanede yangın çıktıktan sonra hastane bir daha açılmadı ve orada çalışan herkes işsiz kaldı. Anneme bir süre sonra Kentucky'deki bir hastaneden iş teklifi geldi ve o da kabul etti. Ancak biz New Jersey'de kalmaya devam ettik. Ta ki babamın da tayini Kentucky' e çıkana kadar. Geçen ay ailecek Kentucky'de küçük bir kasabada derme çatma 2 katlı küçük bahçeli bir ev satın aldık ve Carryhall Lisesi adında yeni bir okula kayıt yaptırdık.

Yarım yamalak yaptığımız kahvaltının sonunda kardeşim biraz sakinleşmişti. Burnunu çekerek sofradan kalktı. Annem onu elinden tutup merdivenden çıkararak odasına götürdü. Odasından çıktığında saçı düzgün bir şekilde örülmüş ve ekoseli kırmızı eteğinin üstüne ütülü beyaz tişörtünü giymişti. Onun okulu annemin çalıştığı hastanenin hemen yanındaydı ve bu yüzden annemle birlikte gidip gelecekti. Yanıma gelip yanağıma bir öpücük kondurduktan sonra kapıdan çıkıp arabaya doğru ilerledi.

Kahvaltımı yaptıktan sonra hazırlanmak için odama gittim. Yatağımın üstünde duran siyah pantolon, üstünde ''Carryhall Lisesi'' yazan kırmızı kısa kollu tişört ve arkasında okulun damgası olan siyah ceketten oluşan yeni formamı giydikten sonra saçımı taramak için aynanın karşısına geçtim. Lavabonun yanında olan tarağı aldım. Saçlarımı her zamanki şekline sokup spreyle sabitledim.

Odamdaki siyah sırt çantamı alıp tahta merdivenlerden aşağı indim. Babam da işe gitmiş olmalıydı çünkü seslenmeme rağmen hiçbir odadan cevap gelmiyordu.

Dışarı çıkmak için kapıyı açtığım anda dışarıdaki soğuk hava yüzüme vurdu. Rüzgâr ile birbirlerine çarpan ağaç yapraklarının sesi kulaklarımı dolduruyordu. Dondurucu soğuk ile yüz yüze gelmeyi beklemiyordum. Kollarımı kavuşturduktan sonra birlikte okula yürüyeceğimiz geçen yıl da Carryhall'de okuyan yan komşumuz Jason'ın evine doğru yürüdüm.

Jason, saçlarını yeşile boyatmış, göz kalemi kullanan, zayıf ve benim gibi orta boylu biriydi. Dışarıdan bakınca ne kadar soğuk bir kişiliği varmış gibi görünse de samimi biri olduğunu ilk konuştuğumda hissetmiştim.

Jason'ın evinin önüne geldiğimde o daha dışarı çıkmamıştı. Soğuk havada en az on dakika bekledim. Jason evden dışarı çıkabilmeyi başardığında sanki hiç geç kalmamış gibi elini omzuma atıp yürümeye başladı.

''Okulunu çok seveceğine eminim.'' dedi Jason

Kafamı sallayıp Jason' a döndüm. ''Sen öyle diyorsan öyledir.''

Yolun yarısından fazlası ormanın içindeydi. Zaten okul da ormanın içindeydi. Orman kimsenin daha önce ayak basmadığı büyük otlak alanlardan oluşuyordu. Gövdesi incecik ancak kendileri çok uzun olan ağaçlardan dolayı gökyüzü görünmüyordu. Ormana girdiğimiz anda güneş ışığı tamamen gözükmez hale geldi. Ormanın derinlikleri ise daha karanlıktı. Yürürken bitkiler yüzünden en az üç kez düşme tehlikesi geçirmiştim. Herhangi bir düzgün yol yoktu.

Jason okula yaklaştığımızı söyleyince ileri baktım. Evet, okulu görebiliyordum. Okul 16.yüzyıldan kalma şatolara benziyordu. Sarı boyalı duvarın üstünde siyah ve kocaman camlar vardı. Dört katlı ve çok büyüktü. Kapısında ise kocaman harflerle Carryhall Lisesi yazıyordu. Ürkütücü bir görüntüye sahipti ama insanı cezbediyordu.

Okulun hemen yanında bir bina daha vardı. Ancak okulla bağlantılı gözükmüyordu. Binanın etrafı elektrikli tellerle çevriliydi. Jason'a oranın ne olduğunu sorunca oranın ''hapishane'' olduğunu öğrendim. Keşke bu okula yazılmadan önce annem bana bunu söyleseydi çünkü hapishanelerden her zaman çok korkmuşumdur. İçinde yaşayan adamların nasıl suçlar işlediğini düşünmek beni ürkütüyor. Ama şu andan sonra okul değiştirmek gibi bir şansım yoktu çünkü her şey ayarlanmıştı bile. Ayrıca babama onlardan korktuğumu söylesem gerçekten çok gülerdi.

11 Eylül 2017 Pazartesi

Evcil Köpek • Kısa Korku Hikayesi - Korku Merkezi

Jo, ben kapıyı açtığım an kafasını mama kabından çıkarıp kapıya doğru koştu. Küçük gezintime dahil olmak ister gibi görünüyordu.
Eski, boyaları dökülmeye başlamış vestiyerin üzerinden kırmızı tasmasını alıp boynuna taktığımda biraz huysuzlandı. Özgürce ormanda dolaşmak istediğini biliyordun ancak onun kaybolmasına göz yumamazdım. Artık onbir yaşındaydı ve bu köpek yaşına göre oldukça çoktu. Artık bunamaya ve evinin yerini unutmaya başladığına emindim. Eğer kaybolursa geri evini bulamazdı.
Aslında daha küçükken de bir kaç kez kaçmayacağına güvenip tasmasını takmadığımda benden uzaklaşmıştı. Hiç sadık bir hayvan değildi.
Yine de geceleri ormanda aç kaldığında ve gidecek bir yer bulamadığında tıpış tıpış geri evine dönerdi. Ancak artık kaybolursa geri evini bulabileceğinden şüpheliydim.
Tek katlı, küçük, mavi boyalı evimden çıkıp evin etrafındaki yeşil çam ağaçlarıyla donatılmış ormana girdiğimde havadaki ıslak toprak kokusunu içime çektim. Dün akşam yağmur çişeleyip bu güzel kokuyu armağan etmişti.
Yol her ne kadar çamur olsa da taşlara basmaya özen gösterdiğim sürece ayakkabılarımın başına büyük dert gelmiyordu. Ancak eve gidince jo'yu yıkamadan koltuklara çıkmaskna ya da etrafı kirletmesine izin vermemeliydim. Her tarafı çamur olmuştu ve bu çamurla evi de batırırdı.
"Şimdi de bir iş daha açıldı başıma" diye söylendim. " bu pisliği evde bırakmalıydım"
Jo'ya baktığımda onun çamurlu yolda tasmasının izin verdiği kadar yurumeye devam ettiğini gördüm. Benden daha hızlıydı.
Bu yaşlı hayvanla uğraşmak artık cidden canımı sıkmaya başlamıştı. Bunun yerine temiz bir kediyi tercih ederim.
Çam ağaçlarıyla dolu ormanın en sevdiğim yerine geldiğimde en yakınındaki kayaya oturdum ve önümdeki alan parıl parıl deredeki suların sakinleştirici şarıltısını dinledim.
Daha çocukken babamla buraya geldiğimizde, babam ormanın içinde avlanırken kullandığı tüfeği bir kenara koyar sessizce oturarak derenin sesini saatlerce hiç kıpırdamadan dinlerdi.bende ona eşlik ederdim.
Eski anılara dalıp gitmişken sol tarafına baktığında Jo'nun tasmasının toprağın üzerinde boş durduğunu gördüm. Aptal köpek!
Ormanda hızla koşarak Jo'yu ararken hava kararmıştı ve iyice yorulmuştum. Tam aramaktan vazgeçip eve dönecekken ormanın otoyola yakın kısmında bir inleme duydum. Bu Jo'nun inlemesiydi!
Yorgunluğumu unutup o tarafa doğru koştuğumda yerde yatıp kıpırtısız duran yaşlı köpeğimi gördüm. Bacağı olmaması gereken bir açıyla bükülmüştü. Daha çok yaklaştığımda bacağında açık bir kırık olduğunu fark ettim. Kırılmıştı ve bedenine büyük bir acı yayıyor olmalıydı. Onun çektiği acıya son vermek benim görevimdi. Onu yıllarca beşlemiştim ve bir barınak vermiştim ona. Son bir iyilik daha yapıp onu cennete gönderebilirdim.
Elime yerden büyük bir taş aldıktan sonra köpeğimin yanına oturdum.
"on bir koskoca yıl, yaşlı dostum" elimi sarı tuylerinin arasından geçirdim. Keşke seni sekiz yaşındayken değil de ilk doğduğunda  bulsaydım. Daha çok zaman geçirirdik birlikte."
Korku dolu gözlerle bana ve elimdeki taşa bakıyordu. Ancak yapmam gereken onu öldürmekti. Ayağı iyileşene kadar çok acı çekecekti ve zaten yaşlanmıştı...
Biraz cesaretini toplayıp elimdeki taşı kafasına vurdum.
Tanrım! Yeni bir evcil dost bulmam gerek! O büyük evde tek başıma kalamam!
Jo öldükten iki gün sonra kedimle birlikte salonda oturuyordum.
Elimdeki gazeteyi açınca dikkatımı büyük bir haber manşeti çekti. Manşetin üstünde Jo'nun fotoğrafı vardı.
"Hey Cotton" bu küçük kedimin yeni adıydı. "Görüyor musun senden önceki evcil hayvanımla ilgili bir yazı yazmışlar! Dinlemeye ne dersin?" Cotton hiç bir şey söylemeden üzgün bir yüz ifadesiyle bana bakıyordu. Onu ailesinden ayırdığım için üzgün olmalıydı. Yine de zamanla bu eve alışacağına emindim.
"Bunu evet kabul ediyorum. ' Maried otoyolunun ormana bakan tarafında bulunan çocuk tüm halkı meraklandırdı ve aynı zamanda endişelendirdi. Dizlerindeki tüm kemiklerinin yanı sıra kaval kemiği de kırılmış çocuğun kafasında ölümcül bir taş darbesi de yer almaktaydı. On veya on bir yaşında olduğu tahmin edilen çocuğun otopsi sonuçlarına göre dizlerindeki kırıklar çoktan ayakta durmasını engelleyecek şekilde kaynaştığı için doktorlar çocuğun uzun süredir dizleri üzerinde hareket ettiğini düşünüyor. Adı bilinmeyen çocuğun ailesi veya bu çocuğa olanlar halen gizemini koruyor.' Eee Cotton. Yerel gazetedeki haber hakkında ne düşünüyorsun"
Cotton'a baktığımda üstünde durduğu koltuktan kalkıp kaçmak için kapıya yöneldiğini gördüm. Üstelik iki ayak üzerinde! Onu uyarmama rağmen doğasına karşı gelip iki ayak üzerinde yürüyordu. Elime çekici alıp kilitli kapıya doğru yürüdüm.

-Yeni hikayeme hoş geldiniz. Size tekrardan bir korku yasatabildiysem ne mutlu bana.
-Bloga yeni yazar alınacaktır. Ilgilenen kisilerin bu kayenin altına facebook veya instagram kullanıcı adlarını yazmalari yeterlidir. Yazanlarla iletisime gecilicektir.

10 Eylül 2017 Pazar

Katilin Doğuşu: Bölüm 3 • Kısa Korku Hikayesi - Korku merkezim

Elindeki dandik dürbünü bir kenara fırlatıp montunun cebinden parlak, gümüş rengi silahı çıkardı. Güneş ışığının pencereden vurduğu odasında silah parıldıyordu. Çalıntı olabilirdi ancak o silahla arasında güçlü bir bağ hissediyordu. Elinde bir süre inceledikten sonra mermileri kutularından çıkarıp silahın içine doldurdu. Silah on dört mermi alıyordu. Louis'in elinde ise yirmi sekiz tane vardı. Kalan mermileri sonra kullanmak için montunun astarının içindeki gizli cebe koydu. Silahı ise yatağının yanındaki çekmeceli komidinin içine koydu. Çekmecenin kilidi vardı ancak daha önce bu kilidi kullanmamıştı. Tabi bu güne kadar... Çekmecenin içindeki bakır rengi anahtarı aldıktan sonra çekmeceyi kilitledi. Artık her şeyi kilit altında tutmak istiyordu. Çekmeceyi kilitledikten sonra anahtarı kıyafet dolabının en derinlerine yerleştirdi.

Şimdi yapması gereken tek şey beklemekti. Odasında oturmuş bilgisayardan onu motive edecek katil konulu filmler izliyordu. O sırada odaya babası daldı.

''Sen nasıl bize haber vermeden hastaneden ayrılırsın?''

Louis babasını hiç hesaba katmamıştı. Ona uyduracak herhangi bir bahanesi yoktu. İzlediği filmi dondurduktan sonra döner sandalye ile babasına doğru döndü. Babası burnundan soluyordu. Burun delikleri inip kalkerken sinirli olduğu her halinden belliydi.

''Av mağazasında ne halt ediyordun sen? Hemen bana açıkla.''

Louis bu sözden sonra şok olmuştu. Babası onu o mağazada görmüş müydü yani? Eğer silahı alırken de görmüşse gerçekten hapı yuttuğuna emin olabilirdi. Ancak bu sefer yalan uydurma yetenekleri devreye girdi. Ne kadar inandırıcı olmasa da...

''Şey... Dürbün almak için gitmiştim mağazaya.'' Dedikten sonra odasının köşesine fırlattığı dürbünü gösterdi.

''Sana inanmak isterdim. Sonuçta benim çocuğumsun ama sana inanamam. Aldığın silahı nereye soktun. Hemen söyle ki aramızda bir kavga çıkmasın.'' Dedi babası. Bunları söylerken babacan bir tavır takınıyordu. Sesinde yapmaca bir sakinlik vardı.

Ne yapacağını bilemedi. Gerçekten onu gördüğüne inanamıyordu. Belki sadece blöf yapıyordur diye düşündü kendini kandırmaya çalışarak. Şansını denemek için gerçeği söylemek yerine yalan söylemeyi tercih etti.

''Silah mı? Neden bir silah alıyım ki?'' diyerek ayağa kalktı. Louis, babasının ona inanması için dua ediyordu ancak babası hiç inanmış gibi görünmüyordu. Yüzündeki sinirli ifade tekrardan ortaya çıktı. Yatağın üstündeki yorganı hiddetle çekti. Silahı orada bulmayı amaçlıyordu ancak tek bulduğu şey boş bir yataktı. Odanın her bir tarafını didik didik aramaya başladı. Odanın içini ararken tüm odayı dağıtmış, savaş alanı haline getirmişti.

''Şu çekmecenin anahtarını hemen bana ver!'' diye bağırdı kızgınlıkla. Louis ne yapacağını bilmiyordu. ''Hemen ver!'' diye bağırdı tekrardan.

Yapabileceği pek fazla bir şey yoktu. Ona anahtarı vermek zorundaydı. Dolaba gitti ve anahtarı koyduğu yerden çıkarıp babasına verdi.

Çekmeceyi açtıktan sonra silahı eline almıştı babası. Gülüyordu. Gülüşü eğlenir gibi değildi. Daha çok bir psikopatın gülüşünü andırıyordu. Aynı Louis'in öğrencileri öldürme hayalleri kurarken güldüğü gibi gülüyordu. Kısa bir süre boyunca psikopatlığın genler arasında bulaşıp bulaşamayacağını merak etti Louis
Babası silahı elinde evirip çeviriyor. Yanı sıra yüzündeki şeytani gülümsemeyi büyütüyordu.

''Onun oraya nasıl girdiğini bilmiyorum'' dedi Louis. İnandırıcı olmadığını biliyordu ancak tüm yalan söyleme yeteneğini bir anda kaybetmişti.

''Bu silahı çalarken seni gözlerimle gördüm.'' Sesinde garip bir sakinlik vardı. Aynı fırtına öncesi sessizlik gibiydi. ''Bu silahla ne yapacaktın. Hemen bana açıkla!'' son cümlesinde sesini yükseltmişti. En sonunda fırtına kopmuştu. Louis'in bir şey demesine fırsat bırakmadan silahın arkasındaki demir kısım ile yüzüne sertçe geçirdi.

Neye uğradığını şaşırmış, yüzündeki sert acıyla yere yığılmıştı. Ağzına kan tadı geliyordu. Dişlerinin derin bir şekilde yanağını kestiğine emindi.

Daha kendini toplayamadan aynı şekilde acıyı başının tam üstünde hissetti. Ne yapacağını bilemeden sırt üstü dönmeyi başardı. Sırt üstü dönünce acıdan yaşarmış gözlerinin arasından babasının üçüncü kez silahı havaya kaldırışını gördü. Ani bir şekilde kendini toplamaya çalışarak ''yapma'' diye yalvardı. Babasının onu dinleyeceği yoktu.

Öldürücü acı veren darbelerinin en sonuncusunu yüzünü korumaya çalışan Louis'in koluna indirdi. Bu en sert olan darbeydi. Kolundan gelen çatırtı sesinden sonra şiddetli bir acı hissetti Louis. Ne kadar bağırmamaya çalışsa da elinde değildi. Bağırabileceği en yüksek sesle bağırdı. Acıdan boynundaki ve alnındaki damarlar belirmişti.

Bu bağırıştan sonra annesi durumun ciddiyetini kavrayıp odaya girmeye karar vermişti.

''Richard!'' diye bağırdı önce. '' Çocuğa ne yapıyorsun! Louis canım, iyi misin?'' diyerek de ekledi telaşla.

Louis ''hayır'' diye yanıt vermek istedi ancak onun yanıt vermesine fırsat bırakmadan kafayı yemiş babası bağırmaya başladı.

'' Sen bu işe karışma! Bir suç işlediyse cezasını da çekecek. Hastaneye tekrar yatışını yapana kadar bu odadan dışarı adımını bile atmayacaksın.

Babasını ilk kez bu kadar sinirli gören Louis'in itiraz etmeye cesareti yoktu. Ayrıca kolundaki şiddetli sancı onun düzgün konuşabilme yeteneğini devre dışı bırakmıştı.

''Yapma Richard. Çocuğun hastaneden ayrı son günlerini güzel yaşamasına izin ver'' diyerek yalvardı annesi. Ancak babasının kapıyı kapatıp, çocuğunun üstüne kilitlemesine engel olamamıştı.

Louis acıdan dolayı yerde kıvranırken koluna bakmaya bile cesaret edemiyordu. Elini kolunda tutarken orada büyük bir şişlik olduğunun farkındaydı ancak bu şişliğin kemik olmamasını umuyordu.

Zaman geçerken dakikalar Louis için saatler gibi olmaya başladı. Zamanın geçtiğini bilse de çok yavaş olduğuna kendini inandırmıştı. Kolundaki ağrı her geçen saniye daha çok artıyordu. Sonunda cesaret edip koluna bakma cesareti gösterdiğinde ise umutları birazda olsa işe yaramıştı. O şişlik kemik değildi ancak kemiğinin kırıldığı açık bir şekilde gözüküyordu. Kolunda gözle görülebilecek bir şekilde yamukluk vardı.

Katilin Doğuşu: Bölüm 2 • Kısa Korku Hikayesi - Korku Merkezim

Öğretmen anlatmaya devam ediyor, ağzından kelimeler dökülüyordu ancak dinleyeni çok azdı. Konuşma uzadıkça daha da sıkıcı hale geliyordu. Konuşması bitince ön sırada oturan iki kişiyi sahneye çıkardı.

''Aranızda doğaçlama kısa bir tiyatro oyunu yapmanızı istiyorum.'' Dedikten sonra sahnenin arkasına çekildi.

Ortada duran iki çocuk birbirleriyle bir süre bakıştıktan sonra, uzun boylu olan ilk başlamaya karar verdi.

''Bugün işe neden geç kaldınız bayım? Size önceden de dememiş miydim? Artık daha çok burada çalışmanıza izin vermemem... Kovuldun!'' Oyunculuğu çok yetenekliydi. Sanki yıllardır tiyatro sektöründe gibi...

''Nasıl olur? Kovmayın beni.'' Dedi karşısındaki çocuk. Ancak ne sesi duyuluyor, nede sesine duygu katabiliyordu.

Biraz daha devam ettikten sonra öğretmen bu iki çocuğu geri yerine oturttu. Sıradan herkesi ikişer ikişer kaldırmaya başladı. Bazıları ne kadar güzel rol yapsa da bazıları hiç rol yeteneğine sahip değillerdi.

Sıra Louis'e gelince, öğretmen Louis ile Kate'i beraber sahneye davet etti. Louis ilk karşısındaki kızın role başlamasını bekledi ama o başlamayınca Louis başlattı. Ağzından bir şeyler çıkıyordu ama ne dediğini bilmiyordu. Tek düşünebildiği, katliamı bu konferans salonunda yapabileceğiydi. Duvarlar yalıtımlıydı, silah sesi veya çığlıklar dışarıya zor duyulurdu. Odada pencere olmaması ise bir başka avantajdı.

Yaptıkları doğaçlama bittiğinde Louis daha ne söylediğini bile hatırlamıyordu ancak tüm salon onları alkışlıyordu. Demek ki gerçekten iyi rol yapmıştı. Salondakiler onları alkışlarken Louis nefesinde bir daralma hissetti. Ciğerlerinin üstünde sanki bir ton ağırlık vardı. Nefes alamıyordu. Nefes almaya çalıştıkça öksürükle aldığı nefesi geri ciğerlerinden çıkarıyordu. Vücudunun çok sıcak olduğunu hissedebiliyordu. Başı dönmeye başladı. Dizlerinin üstüne düştüğünde öğretmen ve salondakiler durumun ciddiyetini yeni anlıyordu.

Kate tedirginlikle Louis'in yanına çöktü. Ne yapacağını bilmiyordu. Çok zaman geçmeden Louis bilincini kaybetti.

Louis, Kate'in dizlerinin üstüne bayılınca öğretmendeki telaş arttı. Tüm öğrenciler 911'i arıyor, ambulans yardımı istiyorlardı.

Louis, yanındaki kalp kontrol cihazının biplemesiyle uyandı. Ağzında oksijen maskesi takılıydı. Etrafına bakınca annesinin, babasının ve Kate'in orada olduğunu gördü. Kate'in orada olduğunu görmek onu şaşırtmıştı. Seslenmeye çalıştı ancak ağzındaki maske engel oluyordu. Yine de biraz homurtu çıkartmak yetmişti. Hepsi oturduğu yerlerinden kalkıp Louis'in hastane yatağının etrafına toplanmıştı.

Annesinin yüzünde ki derin endişe ve hüzün net bir şekilde görülebiliyordu. Artık her şey başlamıştı. Kanserin son evresi tohumlarını veriyordu. Vücudundaki uyuşturucu ilaçlar başının dönmesine neden oluyordu.

Annesinin yaşlı gözlerine odaklandı Louis. Annesi de ona bakıyordu.

''Kemoterapiye başlayacağız. Artık başlamak zorundayız. Kemoterapi ile hayatın kurtulabilir. Hiç olmazsa uzayabilir.'' Diye söze girdi babası arkadan.

Louis itiraz etmek için ağzındaki maskeyi boynuna indirdi. Konuşmak için ağzını tam açıyordu ki babası tekrar konuşmaya başladı.

''Senin için ne kadar zor olduğunu biliyorum. Bizim için de zor ancak anlamak zorundasın. Küçük bir sansın var. Bu şans sayesinde tekrar eski hayatına kavuşabilirsin. Hastaneye yatışını yaptırdım bile. Her şey daha iyi olacak.''

Louis yapabileceği bir şeyin olmadığının farkındaydı. Babası kesin kararlı biriydi. Eğer bir karar vermişse ondan vazgeçirmek imkânsız olurdu ama belki geciktirebilirdi.

''Haftaya başlasak olmaz mı? Bir hafta boyunca yapmak istediğim ve yapamadığım şeyleri yapsam nasıl olur? Sonra hastaneye yatışımı yaptırırsınız.''

Babası bir süre düşündü. Babası düşünürken Louis'in arkadaşı Kate tatlı sesiyle rahatlatıcı bir şekilde konuştu.

''Senin için üzgünüm. Umarım iyileşebilirsin yoksa dünya büyük bir tiyatro oyuncusunu kaybedecek''

Kate'in sesi Louis'i rahatlatıyordu. Onun hastaneye gelmesi şaşırtmıştı ancak bir yandan da mutluydu. Daha önce hiçbir arkadaşı onu önemsememişti. Doğrusu daha önce hiç yakın arkadaşı da olmamıştı.

''Louis'' diye seslenince babasına döndü. ''bir hafta. Sadece bir hafta veriyorum sana. Bir haftanın ardından itiraz etmeden tedaviyi kabul edeceksin tamam mı?''

Ona bir hafta yeter de artardı bile. Başıyla onaylayıp babasına gülümsedi. Ziyaret saati bittiğinde herkes dışarı çıktı. Louis kafasını dinleyebilecekti. Gece boyunca uyumayıp kafasından yapacağı katliama yönelik senaryolar kurdu. Sabaha doğru güneş ilk ışıklarını saçarken, fark etmeden uykuya dalmıştı.

Yağmur damlalarının altında uyandı. Etrafına telaşla bakınıyordu. Ayakları ıslak sahil kumuna basıyordu. Hemen yanında dalgalarla gümbürdeyen bir deniz vardı. Nasıl buraya geldiğini bilmiyordu. Nereye gideceğini bilmiyordu. Karanlık denize bir daha baktı. Uzaktan gelen kocaman bir dalga vardı. Normalden çok daha büyüktü. On katlı bir bina kadar... Kaçmak için koştu ancak kum ayaklarının altında kayıyordu. İlerleyemiyordu. Ne kadar hızlı koşarsa koşsun hala olduğu yerde kalıyordu. Kapana kısılmıştı. Ne olduğu hakkında hiçbir fikri yoktu. Dalga gittikçe yaklaşıyor ve büyüyordu.

Kan ter içinde yatakta uyandı. Derin derin nefes alıyor, rüyanın gerçek olmadığı için rahatlıyordu. Daha önce hiç bu kadar gerçekçi rüya görmemişti.

Tekrar uyumaya çalıştı ancak nafile. Uykudan eser kalmamıştı. O da sonsuz gibi gelen bir süre boyunca odaya birisinin gelmesini bekledi. En sonunda kapı açıldı. İçeriye genç bir hemşire girmişti.

''bugün nasılsınız?'' diye sordu kibarlıkla. Bir yandan konuşuyor bir yandan da önündeki dosyayı inceliyordu.

''Birazdan taburcu olacaksınız o yüzden isterseniz serumunuzu çıkaralım.''

Louis başını onaylarcasına hafifçe salladı. Hemşire soğuk eliyle Louis'in kolunu tutup kolundaki iğneyi yavaşça çıkardı.

Rahatlamış hissediyordu. Artık hastaneye bağlı değildi. Yataktan kalkıphemşirenin ''Dur'' bağırışlarına aldırmadan koşmaya başladı. Koşup hastanedençıktı.  
Şimdi yapması gereken bir şey vardı. Kolundaki saate baktı saat sabah altıyı gösteriyordu. Bu onun için iyiydi. Dükkânlar daha açılmamıştı. Soygun için en ideal zaman...

Hastanenin yanından sağa dönüp hızlı adımlarla yürüdü. Bir dükkan arıyordu. Avcılık dükkanı... Uzun bir yürüyüşün ardından aradığı dükkanı bulmuştu. Issız bir sokağın köşesindeydi. Kepenklerle kapatılmıştı.

Ne yapacağını tam olarak düşünmemişti. İçeriye nasıl gireceğini bilmiyordu. Kepenkleri çekerek açmaya çalıştı ama normal olarak açılmamıştı. Kepenkler dev bir asma kilit ile kilitliydi.

Ardından aklına bir fikir geldi. Dükkanın yanındaki basamaklara oturup beklemeye başladı. Dükkan açılana kadar bekledi. Sonunda kırklı yaşlarda iri bir siyahı adam geldi. Louis'i görünce yüzüne bir gülümseme yerleştirdi.

''Dükkanın açılmasını mı bekliyorsun? Ancak sana üzücü bir haberim var. On sekiz yaş altı kişilere silah ya da patlayıcı madde satmamız yasak''

''Hayır'' dedi Louis. ''Sadece dürbünlerinize bakmak istiyorum.''

''İyi o zaman. Hadi içeri gel'' dedikten sonra adam kepenkleri ve kapıyı açtı. İçerisi tüfek, havai fişek, barut, mermi ve tabanca doluydu.

''Nasıl bir dürbün istersin?'' diye sordu adam.

''En ucuzunu alabilir miyim? Yanımda çok fazla para yok''

Adam arkasında duran cam tezgahtan, avuç büyüklüğünde bir dürbün çıkardı. Yeşil renkte bir dürbündü.

''Bu dürbünü sadece beş dolara alabilirsin. Biraz kalitesiz ancak işine yarar.''

''Tamam öyleyse alıyorum.'' Dedi Louis ve adamın elinde dürbünü almak için uzandı. Tam eline alacakken tutmayıp bilerek yere düşürdü. Dürbünün ön camı paramparça olmuştu.

''Lanet olsun'' diye söylendi adam. Yere çöküp kırılan parçaların arasından dürbünü aldı. ''Eğer beklersen tamir edebilirim ancak bu sana iki dolara patladı haberin olsun'' dedikten sonra ayağa kalktı.

''Üzgünüm. Sizi bekleyebilirim.'' Diye yanıt verdi Louis. Adam başka bir odaya geçtiği anda etrafına göz attı. Hemen yanında gümüş rengi Magnum silah duruyordu. Silahı bir hamlede montunun geniş cebine koydu. Sıra mermilerdeydi. Alt rafta duran mermi kutularına göz attı. Tam Magnum mermisini alacak iken adam arkadan, kapının yanından seslendi.

''O mermilere dokunma. Onları düzgün dizmek için çok uğraştım'' diye bağırdı. Ardından tekrar odaya girdi. Louis'in yüreği ağzına gelmişti ama yakalanmadığı için şanslıydı. Eğer silahı ya da mermileri çaldığını görseydi adam kesin polisi arardı. Eğer gerçekten sinirlenirse de onu alnının ortasından vurmaya çekinmeyeceğine emindi.

Bu sefer daha dikkatli davranarak mermileri almak için yere çöktü. Tam mermileri cebine attığı sırada uzun, koyu yeşil montunun yere sürünen kısmı kutulara çarpmış ve yüze yakın kutuyu domino taşı etkisiyle devirmişti.

Louis telaşla ayağa kalkıp, kaçmak için kapıya yöneldi ancak adam arkadan seslendi.

''Bir yere gitmiyorsun''

Adama baktığında elinde kocaman bir tüfek olduğunu gördü. Ucunu Louis'e doğrultmuştu. Korkuyla olduğu yerde durdu. Sağ cebindeki silahın görülmemesini sağlamak için eli hep sağ cebinin üstündeydi.

''Buraları sen topluyorsun. Burası yine aynı şekilde dizilene kadar çıkmak yasak. Anlaşıldı mı?''

Louis başıyla onayladı. Yüzüne bir tüfek doğrultulmuşken yapabileceği en akıllıca şey buydu. Kutuları toplamak için yere eğildi. Siyak, küçük ama ağır kutuları üst üste koyarken bir yandan da çaldığı silahın gözükmemesi için dua ediyordu. Adama her baktığında tek gördüğü yüzüne yakın tutulmuş bir tüfek namlusu oluyordu. Namlunun içindeki karanlık aynı Louis'in içindeki gibiydi. Oradan bakılınca ne mermi ne de barut gözüküyordu ancak ateş edildiğinde o mermi yüzünden çoktan ölmüş oluyordun. Louis şu anda ateş edilmeye hazır bir silahtı. İçinde mermi ve barut olan bir silah...

Kutuları dizmeyi bitirdiğinde, iri adam tüfeği Louis'in yüzünden çekmişti.

''Git ''dedi duygusuz bir ses tonuyla. Louis gitmek için kapıya yöneldi. Dizdiği mermileri yıkmamak için yavaş hareket ediyordu. Tam kapıya vardığı an arkasından şangırtı sesi geldi. Tekrar arkasını döndüğünde, dizdiği tüm mermilerin tekrardan yerle bir olduğunu gördü. Ne yapması gerektiğini düşündü ancak düşününce pek fazla bir seçeneği olmadığını fark etti.

''Tüm emeklerin yerle bir olunca böyle hissediyorsun'' dedi adam. ''Şunları topla ve ödeşmiş olalım''

Louis içinden adama aklına gelen her türlü küfrü ediyordu. Ölmek istemediği için bu küfürleri dışarı yansıtmaması gerektiğinin farkındaydı. O kadar canına susamamıştı. En azından şimdilik...

Hiçbir şey söylemeden tekrardan yere eğildi. Siyah kutuları üst üste dizmeye başladı. Bunu bitirmek öyle uzun sürüyordu ki bittiğinde bir saatten fazla geçtiğine emindi.

''Bir daha yıkmazsın umarım'' dedi imalı bir şekilde. ''şimdi dürbünü alabilir miyim?''

Adam dürbünü Louis'e uzattı. Louis ise cebinden çıkardığı yedi doları adama uzattı. Dürbünü aldığı anda hızlı bir şekilde dükkandan çıkmıştı. Biraz daha oyalanamazdı. Saate baktı. Üç saattir buradaydı.

Yavaş adımlarla eve doğru yürümeye başladı. Yürürken ne etrafında ki insanların ne de yanından geçtiği evlerin farkındaydı. Tek farkında olduğu şey cebindeki küçük silahtı. Onu bu hayatta tek mutlu edebilecek şeyin farkındaydı.

Eve geldiğinde annesini evde buldu. Kapıyı açtığı an oğluna sıkıca sarılmıştı.

''Neredeydin?'' diye sordu. ''seni hastanede bulamayınca korkudan ne yapacağımı şaşırdım. Baban iki saattir seni arıyor. Neden hiçbir şey söylemeden çıkıp gittin? Hem nereye gittin?''

Louis ne demesi gerektiğini bilmiyordu. Nasıl bir bahane bulacağı hakkında en küçük fikri yoktu. Susmayı tercih etti. Susup annesinin yanından ayrıldı. Annesi ise hiçbir şey dememişti. Sadece arkasından bakmakla yetindi. Louis odasına doğru çıkan merdivenlere yöneldi. Odasını girdiği an kapıyı kilitledi. Onu kimsenin görmesini istemiyordu. Onun aldığı(çaldığı) şeyleri kimse görmemeliydi.