13 Eylül 2017 Çarşamba

Esrarengiz Okul Bölüm:3 • Kısa Korku Hikayeleri

Okulun ikinci günü sabah okula giderken tekrar hapishanenin önüne baktım. O adam yoktu ancak oradan hızlı adımlarla geçmezsem sanki birden belirecekmiş gibi geliyordu. Hızlıca okula girdim. Sınıfa girince geçen günkü gibi en arka sıraya oturdum ancak bu sefer yanıma gerçekten çirkin bir kız gelip oturmuştu. Dünden hatırladığım kadarıyla adı Sarah'ydı ancak sınıftaki herkes ona Pasaklı Sarah diye sesleniyordu. Bir süre gözlerini sonuna kadar açıp bana baktı. Sonra da '' çok yakışıklı olmuşsun.'' diyince tüm sınıf gülme krizine girdi. Kız bana doğru iyice yanaştı. Şişman bedeni yüzünden sıradan düşmemek için masaya tutunmak zorunda kalıyordum.
''Sence ben de güzel olmuş muyum?'' diye sorunca içimden gerçekten kusma isteği geldi ama yalan söylemek zorundaydım. Yüzüne bakmadan soğuk bir ses tonuyla ''evet'' dedim.

O sırada öğretmen içeri girdi ve sınıfı içten olmayan bir gülümsemeyle selamladı. Ardından öğretmeni fark etmediği için bağırarak konuşmaya devam eden bir kızı kolundan tutarak müdürün odasına götürdü. Geldiğinde tüm sınıfta sessizlik hâkimdi.

''Bugün oturma planı yapılacak bu oturma planında çok sert olmayacağım ama şu anda oturduğunuz yerlerden başka yere kıpırdarsanız size gerekli olan cezayı veririm.''

İtiraz edemeyeceğimi biliyordum. Kız bana bakıp gülümsüyordu. Ders boyunca bana dokunup durdu. Tüm dersler bittiğinde sonunda kızdan kurtulduğumu düşündüm ancak koridorda zorla koluma girerek yürümeye başladı. Ona bana dokunmamasını gün boyu söylememe rağmen vazgeçmiyordu. Jason'ın yanına gelene kadar beni kolumdan çekiştirip durdu sonrada '' servise gidiyorum ben tatlım'' deyip beni bıraktı. Gerçekten çok iğrençti. Jason gülmeye başlayınca ona aldırmadan okuldan çıktım. O ise gülme krizi bitince yanıma koşarak geldi.
''Üzgünüm dostum ancak sen onunla sevgili misin cidden?'' diye sordu hala kıkırdıyordu. Sert bir şekilde ''Hayır!'' dedim sonra sesimi biraz yumuşatarak devam ettim. '' Kız sabahtan beri yanımdan ayrılmadı sanırım bir kız tarafından taciz edilmiş ilk erkek olma ünvanını taşıyorum''

Jason gülmeye devam etti. Evet, o iyi bir dosttu ama şu anda alay etmesi hiç hoş değildi. Eve geldiğimde tamamen keyifsizdim yaşadığım olay hiç hoşuma gitmemişti. Hemen yatağıma yatıp uyudum çünkü gün hakkında annem bana soru sorucağında yalan söylemek için fazla yorgundum.

Aradan 4 hafta geçti her geçen gün kızın lakabı olan pasaklı bana geçmişti. Kişisel bakımıma ne kadar önem verirsem veriyim bu lakap her geçen gün kızdan arınıp bana geçiyordu. Jason hariç herkes okulda benden uzak durmaya başladı. Hatta 4.haftanın sonunda Sarah bile artık benimle konuşmuyordu. Bu gerçekten kötüydü çünkü asıl pasaklı ben değildim. Yürürken bile bana iğrenerek bakan insanlar rahatsız ediyordu. Carryhall'de uzak durulması gereken bir kişi olarak tanınmıştım
Okul sömestr tatiline girmeden yaklaşık bir hafta önce öğle arasında sınıfta oturuyordum. Birden sınıfa 2 öğretmen girdi biri Bay Brooks'du diğeri ise Fransızca öğretmenimiz Bayan Garcia. Beni yanlarına çağırdılar ve müdür odasına doğru çekiştirerek götürdüler. Herhangi bir disiplin suçu işlediğimi düşünmüyordum ancak sadece disiplin suçu işleyenler müdürün yanına giderdi.

Müdürün odasına girince Bay Brooks kapıyı kilitledi ve bana müdürün yanındaki sandalyeye oturmam için işaret verdi. Yavaşça oturdum. Korkudan ellerim titriyordu. Müdür Leo Wood bir süre koyu yeşil ve ürkütücü gözleriyle bana baktıktan sonra konuşmaya başladı. ''Jeff Hanson... Korkmana gerek yok seni okuldan kovmayacağız en azından şimdilik. Şu anki konumuz baban hakkında.''

Bu beni şaşırtmıştı. Müdürün babamı tanımasını hiç beklemezdim. ''Babam mı?'' diye sordum merakla.

''Baban şu anda burnunu sokmaması gereken olaylara burnunu sokuyor. Onu uyar ve bu okul hakkındaki soruşturmalarına son vermezse cezasını çekeceğini söyle ona.'' dedikten sonra önünde duran kahvesinden bir yudum aldı. Beyaz bıyıklarına bulaşan kahve midemi bulandırmıştı. İğrenç bir şekilde gülümsedikten sonra öğretmenlere kafasıyla işaret etti ve Bay Brooks beni sertçe çekerek ayağa kaldırdı. Kapıyı açıp sınıfa gitmemi söyledi ama ben sınıfa gitmedim. Aklımda bu kadar soru varken sınıfta duramazdım. Koşarak okuldan çıktım. Hapishanenin önünden geçerken tellerin hemen arkasında duran ilk gün gördüğüm adamı gördüm. Bana seslendiğinde bu sefer çok korkmamıştım. Durup ona baktım.

''Buraya yaklaş çocuk'' dedi. Sesinde tedirginlik vardı. Tellere doğru yaklaştım. Adam bana bakıyordu. ''Dikkatli olmalısın. Bir karar verirken iki kere düşün yoksa içinden çıkamayacağın belalara bulaşabilirsin'' dedi.
'' Beni nereden tanıyorsunuz? Ve neden bahsediyorsunuz sizi anlamıyorum'' dedim adama ancak o yine cevap vermedi sadece boş boş bakmayla yetindi. Bir süre cevap vermesini bekledim ancak havadaki sessizlik dağılmayınca yoluma devam ettim. Eve geldiğimde babam hala gelmemişti işten çıkmasına 3 saat vardı ancak benim o kadar sabrım yoktu. Evimizin önünden geçen dolmuşların birine binip polis merkezinin önünde indim. Babam cinayet büroda çalışıyordu. İçeri girdikten sonra mavi tabelaları takip ederek bir kaç kez yanılmış olsam da sonunda babamın çalıştığı büroyu buldum. İçeri girip babamın çalıştığı masanın önüne gittim. İşine o kadar adapte olmuştu ki bilgisayarın içine girecek gibi gözüküyordu. Gözlerini bir saniye bile kırpmadan çalışıyordu. Normalde böyle çalışan biri olduğunu sanmazdım ama bugünden sonra fikirlerim değişecekti. Babama seslendiğimde kafasını bilgisayardan kaldırdı ve bana baktı. İlk defa onun çalıştığı büroya geliyordum. Gözlerinin önüne gelen saçlarını geriye doğru itti ve bana ne olduğunu sorarcasına baktı. ''Konuşmamız gerek.'' dedim ciddiyetimi koruyarak. Yanındaki sandalyeye oturdum. '' Bugün müdür beni yanına çağırdı ve senin Carryhall Lisesi ilgili araştırma yaptığını söyledi. Ayrıca bunu durdurmanı söyledi. Yoksa cezanı çekermişsin ''

''Tabi öyle der.'' dedi babam biraz düşünceli bir tavırla.
''Olayın ne olduğunu anlatabilir misin bana? Benim okulumu ilgilendiren şey bence beni de ilgilendirir. Belki sana bu konuda yardım edebilirim'' dedim sakince. Ancak babam birden kaşlarını çattı.

''Sence ne araştırdığımı sana söyler miyim? Bu gizli bir iş Jeff anla artık şunu!'' diye bağırdı. Onun bana bağırması sinirimi bozmuştu ancak sakinliğimi korumaya çalıştım.

''Sadece ne olduğunu anlatabilirsin diye düşünmüştüm.'' diye cevap verdim. Ben ne kadar sakin olsam da babam hala bana kızgın bir şekilde bakıyordu. Sandalyeden ayağa kalktım. ''Pekâlâ, anlatman gerekmez benim okulum ve istediğim her yerini araştırabilirim. Bunu senin için değil kendim için yapacağım.'' dedikten sonra kapıyı çarparak dışarı çıktım. Okula doğru ilerledim. Okula vardığımda okul yeni kapanmıştı Jason kapının önünde beni bekliyordu. Ancak okul yerine dışarıdan gelince şaşırmıştı. Neden dışarıda olduğumu sorunca ona tüm olayı anlattım.

''Pekâlâ, şimdi ne yapacaksın ?'' diye sordu Jason. ''Okulu nasıl araştırmayı planlıyorsun?''
''Bilmiyorum. Belki okula bir göz atarak başlayabiliriz. Daha önce hiç bodrum katına inmiş miydin?'' diye sordum. Jason düşünür şekilde saçlarını karıştırdı.

''Hayır'' dedi. ''Ancak duyduğuma göre öğrenci arşivi varmış. ''

''O zaman biraz göz atmakta sorun olmaz herhalde'' dedim. Jason bir süre karşı çıktı ama sonradan onayladı. Okula girmek için akşam olmasını bekledik. Hava kararmaya başladı. Orman karanlık havada dehşet verici görünüyordu ayrıca hapishaneden de kavga sesleri geliyordu. Hava tamamen kararınca okuldan içeri girdik. Kapılar kilitliydi ancak birinci katın penceresi iki gün önce kırıldığı için oradan girebildik. Okulda kameralar vardı ancak karanlıkta da çekim yapan cinsten değildi. O yüzden ışıkları açmadığımız sürece hiçbir sorun yoktu. Birbirimizin ayak seslerini takip ederek aşağı kata birkaç tökezleme ile vardık. Aşağı katta bodruma tahta bir kapı vardı ancak kilitliydi.

''Anahtarları nereden bulacağız?'' diye sordu Jason.

'' Müdürün odasında anahtar olduğuna eminim.''

Geri yukarı çıkmak için döndüm ancak tammerdivene bir adım atmıştım ki ayağım kaydı. Düşerek bilincimi kaybettim.Kendime geldiğimde Jason gözümün önünde bir anahtar sallıyordu. Bu bodrum katınanahtarıydı hemen ayağa kalktım.  Başımdakisızlamaya karşı gelerek kilidi yavaşça açtım.



#4

12 Eylül 2017 Salı

Esrarengiz Okul bölüm:2 • Kısa Korku Hikayesi - Korku Merkezim

Yola devam ederken yolumuzun hapishanenin tam önünden geçtiğini fark ettim. Hapishaneye yaklaşınca turuncu tulumlar içindeki mahkûmları görebiliyordum.

Hapishanenin hemen yanına vardığımızda zayıf bir adam bana bakıp oturduğu banktan ayağa kalktı sanki orada olmaması gereken biri gibi görünüyordu ama bu ondan korkmama engel değildi.

Oturduğu yerden kalktı. Tellere doğru yaklaşırken bana bakmaya devam ediyordu. Korkup kafamı önüme doğru çevirdim.

Adam o anda sinirli bir sesle ''Hey sen sarı saçlı çocuk!'' diye bağırınca olduğum yerde dondum. Jason bana gelmemi işaret ediyordu ama korkudan kıpırdayamamıştım bile.

Adam yine bağırdı. ''Hemen bana doğru dön!''

Yavaş bir şekilde ona doğru döndüm. Bana bir şey yapamayacağını bilsem bile beni korkutuyordu.
''Seni tanıyorum. Dikkat etmen gerek. Kötü şeyler olacak!''
''Neden bahsediyorsun?'' diye sordum sesimin titremesine engel olamadan. Ancak adam cevap vermeden arkasını dönüp tekrar banka oturdu. Bir süre adama baktım. Adam içime hüzün düşmesine neden olmuştu. Bankta otururken gerçekten çok kaygılı ve üzgün görünüyordu. İçimden, ''o bir suçlu'' diye düşündüm. Adama bir daha bakmadan yoluma devam ettim.

Okula vardığımızda adamı aklımdan çıkarmaya çalışıyordum. Jason ile aynı sınıfta değildik ancak sınıflarımız aynı kattaydı ben 10-D'ye Jason ise 10-E'ye gidecekti. Sınıflarımıza doğru çıkarken Jason adamın deli olabileceği ile ilgili gevezelik ediyordu ama onu dinlemedim çünkü adamı daha çok düşünmek istemiyordum. ''Sonra görüşürüz'' deyip sınıfıma girdim. İçeride büyük bir kargaşa vardı. Tahtanın önünde kavga eden iri çocuklar, ön sırada sesli biçimde şarkı söyleyen iki kız, çok önemli bir konu varmışcasına bağırarak tartışan arkadaş grubu kargaşanın yaratıcısıydı.

Öğretmen içeri girdi ancak sınıf, öğretmeni fark etmemişti bile. Öğretmen, kavga eden çocukların arasından geçti ve dosya çantasını sertçe masaya koydu. Bu herkesin susması için yeterli değildi. Öğretmen masasına oturdu bir süre çantasını karıştırdıktan sonra içinden çıkan silah herkesi şok etti. Ortada kavga eden çocuklar dâhil herkes susup sıralarına oturdu.

''Sadece oyuncak'' deyip güldü. Silahı geri çantasına koydu.

Bu içimdeki endişeyi azaltmamıştı çünkü daha önce hiç bu kadar gerçekçi bir oyuncak görmemiştim. ''Okula gerçek bir silah getiremez'' diye düşünüp kendimi rahatlattım.

Öğretmen çok genç görünüyordu. Ancak yapılı bir vücudu vardı. Kahverengi saçları jöleyle arkaya yatırılmıştı ve siyah bir takım elbise giyiyordu.
''Ben sizin yeni sınıf öğretmeninizim. İsmim Arnott Brooks. Bundan sonra bu sınıfta tam disiplin uygulanacak''
Sesi çok ciddiydi ve ses tonu herkesin tüylerini ürpertmişti.
'' Bu sınıfta teneffüsler ve okul dışındaki davranışlarınız da dâhil herhangi bir suç işlerseniz, derste rahatsızlığa neden olursanız bir daha bu okula adımınızı atamazsınız.''

Okul çıkışı Jason'ı bahçede beni beklerken buldum. Eve doğru yürürken Arnott Brook'tan bahsettik. Söylediğine göre öğretmen sadece bizim sınıfa giriyormuş. Bu içime şüphe saldı çünkü benim bildiğim öğretmenler en az üç sınıfa girerdi. İki dakika yürüdükten sonra tekrar hapishanenin önüne gelmiştik. Hızlıca hapishanenin etrafına baktım ancak sabah gördüğüm adam dışarıda değildi. Yinede hapishanenin önünden hızlı adımlarla geçtik.



Esrarengiz Okul • Kısa Korku Hikayesi - Korku Merkezim

Uyandığımda hava hâlâ karanlıktı. Bu kadar erken kalkmak hiç bana göre olmasa da okulun ilk günü geç kalmak istemiyordum. Uykulu bir şekilde merdivenlerden aşağı inerken burnuma kızarmış ekmek kokusu geldi. Annem ve babam çoktan kahvaltıya başlamışlardı bile. Onlara ''Günaydın'' dedikten sonra sofraya oturdum. Tam o sırada 9 yaşındaki kız kardeşim merdivenlerden hızlıca iniyordu. O kadar gürültü çıkarıyordu ki tüm sokağın uyandığına yemin edebilirdim.
''Jeff!'' diye bağırıp kolumu çekmeye başladı. Annem, ondan en az yüz kez ''abi'' demesini istese de hala ismimle hitap ediyordu.
''Ne oldu Leia?'' diye sordum beni çeken elini tutup. Elleri buz gibi ve yumuşaktı.
''Jeff, sana çok önemli bir şey demeliyim. Senin başlayacağın okulda hayaletler gezip öğrencileri öldürüyormuş. Ya sana bir şey olursa?''

Böyle hikâyeleri her zaman arkadaşlarından duyup koruyordu. Küçüklüğümden beri hayaletler her zaman bana saçma gelmiştir. Hiçbir zaman böyle bir korkuya kapılmamıştım ancak Leia'yı anlamaya çalışıyordum.

Kalkıp Leia'yı kucağıma aldım. Boyu yaşıtlarına göre daha kısaydı ayrıca hafifti. ''Hayalet diye bir şey yoktur canım. Ayrıca olsa bile bana bir şey yapamazlar.'' deyip alnından öptüm sonra eğilerek sandalyeye oturttum. Ancak Leia sakinleşmemişti.
''Ama ya gerçekten varsa? Sana bir şey olmasını istemiyorum.'' dedikten sonra hıçkırıklara boğuldu. Leia'nın beni düşünmesi mutlu ediciydi ancak sabahın köründe böyle bir ağlamayla karşılaşmak hiç motive edici değildi.
Annem Leia'yı sakinleştirmeye çalışırken babam da gözlerini devirip bana gülümsedi. Artık bu ağlamalara o da alışmıştı. Geçen ay New Jersey'den Kentucky'e taşındığımızdan beri her gün ağlıyordu.

Kentucky' e taşınmamızın sebebini ise size söyle anlatabilirim; Annem hastanede çalışan bir doktor ve babamda polis. Annemin çalıştığı hastanede yangın çıktıktan sonra hastane bir daha açılmadı ve orada çalışan herkes işsiz kaldı. Anneme bir süre sonra Kentucky'deki bir hastaneden iş teklifi geldi ve o da kabul etti. Ancak biz New Jersey'de kalmaya devam ettik. Ta ki babamın da tayini Kentucky' e çıkana kadar. Geçen ay ailecek Kentucky'de küçük bir kasabada derme çatma 2 katlı küçük bahçeli bir ev satın aldık ve Carryhall Lisesi adında yeni bir okula kayıt yaptırdık.

Yarım yamalak yaptığımız kahvaltının sonunda kardeşim biraz sakinleşmişti. Burnunu çekerek sofradan kalktı. Annem onu elinden tutup merdivenden çıkararak odasına götürdü. Odasından çıktığında saçı düzgün bir şekilde örülmüş ve ekoseli kırmızı eteğinin üstüne ütülü beyaz tişörtünü giymişti. Onun okulu annemin çalıştığı hastanenin hemen yanındaydı ve bu yüzden annemle birlikte gidip gelecekti. Yanıma gelip yanağıma bir öpücük kondurduktan sonra kapıdan çıkıp arabaya doğru ilerledi.

Kahvaltımı yaptıktan sonra hazırlanmak için odama gittim. Yatağımın üstünde duran siyah pantolon, üstünde ''Carryhall Lisesi'' yazan kırmızı kısa kollu tişört ve arkasında okulun damgası olan siyah ceketten oluşan yeni formamı giydikten sonra saçımı taramak için aynanın karşısına geçtim. Lavabonun yanında olan tarağı aldım. Saçlarımı her zamanki şekline sokup spreyle sabitledim.

Odamdaki siyah sırt çantamı alıp tahta merdivenlerden aşağı indim. Babam da işe gitmiş olmalıydı çünkü seslenmeme rağmen hiçbir odadan cevap gelmiyordu.

Dışarı çıkmak için kapıyı açtığım anda dışarıdaki soğuk hava yüzüme vurdu. Rüzgâr ile birbirlerine çarpan ağaç yapraklarının sesi kulaklarımı dolduruyordu. Dondurucu soğuk ile yüz yüze gelmeyi beklemiyordum. Kollarımı kavuşturduktan sonra birlikte okula yürüyeceğimiz geçen yıl da Carryhall'de okuyan yan komşumuz Jason'ın evine doğru yürüdüm.

Jason, saçlarını yeşile boyatmış, göz kalemi kullanan, zayıf ve benim gibi orta boylu biriydi. Dışarıdan bakınca ne kadar soğuk bir kişiliği varmış gibi görünse de samimi biri olduğunu ilk konuştuğumda hissetmiştim.

Jason'ın evinin önüne geldiğimde o daha dışarı çıkmamıştı. Soğuk havada en az on dakika bekledim. Jason evden dışarı çıkabilmeyi başardığında sanki hiç geç kalmamış gibi elini omzuma atıp yürümeye başladı.

''Okulunu çok seveceğine eminim.'' dedi Jason

Kafamı sallayıp Jason' a döndüm. ''Sen öyle diyorsan öyledir.''

Yolun yarısından fazlası ormanın içindeydi. Zaten okul da ormanın içindeydi. Orman kimsenin daha önce ayak basmadığı büyük otlak alanlardan oluşuyordu. Gövdesi incecik ancak kendileri çok uzun olan ağaçlardan dolayı gökyüzü görünmüyordu. Ormana girdiğimiz anda güneş ışığı tamamen gözükmez hale geldi. Ormanın derinlikleri ise daha karanlıktı. Yürürken bitkiler yüzünden en az üç kez düşme tehlikesi geçirmiştim. Herhangi bir düzgün yol yoktu.

Jason okula yaklaştığımızı söyleyince ileri baktım. Evet, okulu görebiliyordum. Okul 16.yüzyıldan kalma şatolara benziyordu. Sarı boyalı duvarın üstünde siyah ve kocaman camlar vardı. Dört katlı ve çok büyüktü. Kapısında ise kocaman harflerle Carryhall Lisesi yazıyordu. Ürkütücü bir görüntüye sahipti ama insanı cezbediyordu.

Okulun hemen yanında bir bina daha vardı. Ancak okulla bağlantılı gözükmüyordu. Binanın etrafı elektrikli tellerle çevriliydi. Jason'a oranın ne olduğunu sorunca oranın ''hapishane'' olduğunu öğrendim. Keşke bu okula yazılmadan önce annem bana bunu söyleseydi çünkü hapishanelerden her zaman çok korkmuşumdur. İçinde yaşayan adamların nasıl suçlar işlediğini düşünmek beni ürkütüyor. Ama şu andan sonra okul değiştirmek gibi bir şansım yoktu çünkü her şey ayarlanmıştı bile. Ayrıca babama onlardan korktuğumu söylesem gerçekten çok gülerdi.

11 Eylül 2017 Pazartesi

Evcil Köpek • Kısa Korku Hikayesi - Korku Merkezi

Jo, ben kapıyı açtığım an kafasını mama kabından çıkarıp kapıya doğru koştu. Küçük gezintime dahil olmak ister gibi görünüyordu.
Eski, boyaları dökülmeye başlamış vestiyerin üzerinden kırmızı tasmasını alıp boynuna taktığımda biraz huysuzlandı. Özgürce ormanda dolaşmak istediğini biliyordun ancak onun kaybolmasına göz yumamazdım. Artık onbir yaşındaydı ve bu köpek yaşına göre oldukça çoktu. Artık bunamaya ve evinin yerini unutmaya başladığına emindim. Eğer kaybolursa geri evini bulamazdı.
Aslında daha küçükken de bir kaç kez kaçmayacağına güvenip tasmasını takmadığımda benden uzaklaşmıştı. Hiç sadık bir hayvan değildi.
Yine de geceleri ormanda aç kaldığında ve gidecek bir yer bulamadığında tıpış tıpış geri evine dönerdi. Ancak artık kaybolursa geri evini bulabileceğinden şüpheliydim.
Tek katlı, küçük, mavi boyalı evimden çıkıp evin etrafındaki yeşil çam ağaçlarıyla donatılmış ormana girdiğimde havadaki ıslak toprak kokusunu içime çektim. Dün akşam yağmur çişeleyip bu güzel kokuyu armağan etmişti.
Yol her ne kadar çamur olsa da taşlara basmaya özen gösterdiğim sürece ayakkabılarımın başına büyük dert gelmiyordu. Ancak eve gidince jo'yu yıkamadan koltuklara çıkmaskna ya da etrafı kirletmesine izin vermemeliydim. Her tarafı çamur olmuştu ve bu çamurla evi de batırırdı.
"Şimdi de bir iş daha açıldı başıma" diye söylendim. " bu pisliği evde bırakmalıydım"
Jo'ya baktığımda onun çamurlu yolda tasmasının izin verdiği kadar yurumeye devam ettiğini gördüm. Benden daha hızlıydı.
Bu yaşlı hayvanla uğraşmak artık cidden canımı sıkmaya başlamıştı. Bunun yerine temiz bir kediyi tercih ederim.
Çam ağaçlarıyla dolu ormanın en sevdiğim yerine geldiğimde en yakınındaki kayaya oturdum ve önümdeki alan parıl parıl deredeki suların sakinleştirici şarıltısını dinledim.
Daha çocukken babamla buraya geldiğimizde, babam ormanın içinde avlanırken kullandığı tüfeği bir kenara koyar sessizce oturarak derenin sesini saatlerce hiç kıpırdamadan dinlerdi.bende ona eşlik ederdim.
Eski anılara dalıp gitmişken sol tarafına baktığında Jo'nun tasmasının toprağın üzerinde boş durduğunu gördüm. Aptal köpek!
Ormanda hızla koşarak Jo'yu ararken hava kararmıştı ve iyice yorulmuştum. Tam aramaktan vazgeçip eve dönecekken ormanın otoyola yakın kısmında bir inleme duydum. Bu Jo'nun inlemesiydi!
Yorgunluğumu unutup o tarafa doğru koştuğumda yerde yatıp kıpırtısız duran yaşlı köpeğimi gördüm. Bacağı olmaması gereken bir açıyla bükülmüştü. Daha çok yaklaştığımda bacağında açık bir kırık olduğunu fark ettim. Kırılmıştı ve bedenine büyük bir acı yayıyor olmalıydı. Onun çektiği acıya son vermek benim görevimdi. Onu yıllarca beşlemiştim ve bir barınak vermiştim ona. Son bir iyilik daha yapıp onu cennete gönderebilirdim.
Elime yerden büyük bir taş aldıktan sonra köpeğimin yanına oturdum.
"on bir koskoca yıl, yaşlı dostum" elimi sarı tuylerinin arasından geçirdim. Keşke seni sekiz yaşındayken değil de ilk doğduğunda  bulsaydım. Daha çok zaman geçirirdik birlikte."
Korku dolu gözlerle bana ve elimdeki taşa bakıyordu. Ancak yapmam gereken onu öldürmekti. Ayağı iyileşene kadar çok acı çekecekti ve zaten yaşlanmıştı...
Biraz cesaretini toplayıp elimdeki taşı kafasına vurdum.
Tanrım! Yeni bir evcil dost bulmam gerek! O büyük evde tek başıma kalamam!
Jo öldükten iki gün sonra kedimle birlikte salonda oturuyordum.
Elimdeki gazeteyi açınca dikkatımı büyük bir haber manşeti çekti. Manşetin üstünde Jo'nun fotoğrafı vardı.
"Hey Cotton" bu küçük kedimin yeni adıydı. "Görüyor musun senden önceki evcil hayvanımla ilgili bir yazı yazmışlar! Dinlemeye ne dersin?" Cotton hiç bir şey söylemeden üzgün bir yüz ifadesiyle bana bakıyordu. Onu ailesinden ayırdığım için üzgün olmalıydı. Yine de zamanla bu eve alışacağına emindim.
"Bunu evet kabul ediyorum. ' Maried otoyolunun ormana bakan tarafında bulunan çocuk tüm halkı meraklandırdı ve aynı zamanda endişelendirdi. Dizlerindeki tüm kemiklerinin yanı sıra kaval kemiği de kırılmış çocuğun kafasında ölümcül bir taş darbesi de yer almaktaydı. On veya on bir yaşında olduğu tahmin edilen çocuğun otopsi sonuçlarına göre dizlerindeki kırıklar çoktan ayakta durmasını engelleyecek şekilde kaynaştığı için doktorlar çocuğun uzun süredir dizleri üzerinde hareket ettiğini düşünüyor. Adı bilinmeyen çocuğun ailesi veya bu çocuğa olanlar halen gizemini koruyor.' Eee Cotton. Yerel gazetedeki haber hakkında ne düşünüyorsun"
Cotton'a baktığımda üstünde durduğu koltuktan kalkıp kaçmak için kapıya yöneldiğini gördüm. Üstelik iki ayak üzerinde! Onu uyarmama rağmen doğasına karşı gelip iki ayak üzerinde yürüyordu. Elime çekici alıp kilitli kapıya doğru yürüdüm.

-Yeni hikayeme hoş geldiniz. Size tekrardan bir korku yasatabildiysem ne mutlu bana.
-Bloga yeni yazar alınacaktır. Ilgilenen kisilerin bu kayenin altına facebook veya instagram kullanıcı adlarını yazmalari yeterlidir. Yazanlarla iletisime gecilicektir.

10 Eylül 2017 Pazar

Katilin Doğuşu: Bölüm 3 • Kısa Korku Hikayesi - Korku merkezim

Elindeki dandik dürbünü bir kenara fırlatıp montunun cebinden parlak, gümüş rengi silahı çıkardı. Güneş ışığının pencereden vurduğu odasında silah parıldıyordu. Çalıntı olabilirdi ancak o silahla arasında güçlü bir bağ hissediyordu. Elinde bir süre inceledikten sonra mermileri kutularından çıkarıp silahın içine doldurdu. Silah on dört mermi alıyordu. Louis'in elinde ise yirmi sekiz tane vardı. Kalan mermileri sonra kullanmak için montunun astarının içindeki gizli cebe koydu. Silahı ise yatağının yanındaki çekmeceli komidinin içine koydu. Çekmecenin kilidi vardı ancak daha önce bu kilidi kullanmamıştı. Tabi bu güne kadar... Çekmecenin içindeki bakır rengi anahtarı aldıktan sonra çekmeceyi kilitledi. Artık her şeyi kilit altında tutmak istiyordu. Çekmeceyi kilitledikten sonra anahtarı kıyafet dolabının en derinlerine yerleştirdi.

Şimdi yapması gereken tek şey beklemekti. Odasında oturmuş bilgisayardan onu motive edecek katil konulu filmler izliyordu. O sırada odaya babası daldı.

''Sen nasıl bize haber vermeden hastaneden ayrılırsın?''

Louis babasını hiç hesaba katmamıştı. Ona uyduracak herhangi bir bahanesi yoktu. İzlediği filmi dondurduktan sonra döner sandalye ile babasına doğru döndü. Babası burnundan soluyordu. Burun delikleri inip kalkerken sinirli olduğu her halinden belliydi.

''Av mağazasında ne halt ediyordun sen? Hemen bana açıkla.''

Louis bu sözden sonra şok olmuştu. Babası onu o mağazada görmüş müydü yani? Eğer silahı alırken de görmüşse gerçekten hapı yuttuğuna emin olabilirdi. Ancak bu sefer yalan uydurma yetenekleri devreye girdi. Ne kadar inandırıcı olmasa da...

''Şey... Dürbün almak için gitmiştim mağazaya.'' Dedikten sonra odasının köşesine fırlattığı dürbünü gösterdi.

''Sana inanmak isterdim. Sonuçta benim çocuğumsun ama sana inanamam. Aldığın silahı nereye soktun. Hemen söyle ki aramızda bir kavga çıkmasın.'' Dedi babası. Bunları söylerken babacan bir tavır takınıyordu. Sesinde yapmaca bir sakinlik vardı.

Ne yapacağını bilemedi. Gerçekten onu gördüğüne inanamıyordu. Belki sadece blöf yapıyordur diye düşündü kendini kandırmaya çalışarak. Şansını denemek için gerçeği söylemek yerine yalan söylemeyi tercih etti.

''Silah mı? Neden bir silah alıyım ki?'' diyerek ayağa kalktı. Louis, babasının ona inanması için dua ediyordu ancak babası hiç inanmış gibi görünmüyordu. Yüzündeki sinirli ifade tekrardan ortaya çıktı. Yatağın üstündeki yorganı hiddetle çekti. Silahı orada bulmayı amaçlıyordu ancak tek bulduğu şey boş bir yataktı. Odanın her bir tarafını didik didik aramaya başladı. Odanın içini ararken tüm odayı dağıtmış, savaş alanı haline getirmişti.

''Şu çekmecenin anahtarını hemen bana ver!'' diye bağırdı kızgınlıkla. Louis ne yapacağını bilmiyordu. ''Hemen ver!'' diye bağırdı tekrardan.

Yapabileceği pek fazla bir şey yoktu. Ona anahtarı vermek zorundaydı. Dolaba gitti ve anahtarı koyduğu yerden çıkarıp babasına verdi.

Çekmeceyi açtıktan sonra silahı eline almıştı babası. Gülüyordu. Gülüşü eğlenir gibi değildi. Daha çok bir psikopatın gülüşünü andırıyordu. Aynı Louis'in öğrencileri öldürme hayalleri kurarken güldüğü gibi gülüyordu. Kısa bir süre boyunca psikopatlığın genler arasında bulaşıp bulaşamayacağını merak etti Louis
Babası silahı elinde evirip çeviriyor. Yanı sıra yüzündeki şeytani gülümsemeyi büyütüyordu.

''Onun oraya nasıl girdiğini bilmiyorum'' dedi Louis. İnandırıcı olmadığını biliyordu ancak tüm yalan söyleme yeteneğini bir anda kaybetmişti.

''Bu silahı çalarken seni gözlerimle gördüm.'' Sesinde garip bir sakinlik vardı. Aynı fırtına öncesi sessizlik gibiydi. ''Bu silahla ne yapacaktın. Hemen bana açıkla!'' son cümlesinde sesini yükseltmişti. En sonunda fırtına kopmuştu. Louis'in bir şey demesine fırsat bırakmadan silahın arkasındaki demir kısım ile yüzüne sertçe geçirdi.

Neye uğradığını şaşırmış, yüzündeki sert acıyla yere yığılmıştı. Ağzına kan tadı geliyordu. Dişlerinin derin bir şekilde yanağını kestiğine emindi.

Daha kendini toplayamadan aynı şekilde acıyı başının tam üstünde hissetti. Ne yapacağını bilemeden sırt üstü dönmeyi başardı. Sırt üstü dönünce acıdan yaşarmış gözlerinin arasından babasının üçüncü kez silahı havaya kaldırışını gördü. Ani bir şekilde kendini toplamaya çalışarak ''yapma'' diye yalvardı. Babasının onu dinleyeceği yoktu.

Öldürücü acı veren darbelerinin en sonuncusunu yüzünü korumaya çalışan Louis'in koluna indirdi. Bu en sert olan darbeydi. Kolundan gelen çatırtı sesinden sonra şiddetli bir acı hissetti Louis. Ne kadar bağırmamaya çalışsa da elinde değildi. Bağırabileceği en yüksek sesle bağırdı. Acıdan boynundaki ve alnındaki damarlar belirmişti.

Bu bağırıştan sonra annesi durumun ciddiyetini kavrayıp odaya girmeye karar vermişti.

''Richard!'' diye bağırdı önce. '' Çocuğa ne yapıyorsun! Louis canım, iyi misin?'' diyerek de ekledi telaşla.

Louis ''hayır'' diye yanıt vermek istedi ancak onun yanıt vermesine fırsat bırakmadan kafayı yemiş babası bağırmaya başladı.

'' Sen bu işe karışma! Bir suç işlediyse cezasını da çekecek. Hastaneye tekrar yatışını yapana kadar bu odadan dışarı adımını bile atmayacaksın.

Babasını ilk kez bu kadar sinirli gören Louis'in itiraz etmeye cesareti yoktu. Ayrıca kolundaki şiddetli sancı onun düzgün konuşabilme yeteneğini devre dışı bırakmıştı.

''Yapma Richard. Çocuğun hastaneden ayrı son günlerini güzel yaşamasına izin ver'' diyerek yalvardı annesi. Ancak babasının kapıyı kapatıp, çocuğunun üstüne kilitlemesine engel olamamıştı.

Louis acıdan dolayı yerde kıvranırken koluna bakmaya bile cesaret edemiyordu. Elini kolunda tutarken orada büyük bir şişlik olduğunun farkındaydı ancak bu şişliğin kemik olmamasını umuyordu.

Zaman geçerken dakikalar Louis için saatler gibi olmaya başladı. Zamanın geçtiğini bilse de çok yavaş olduğuna kendini inandırmıştı. Kolundaki ağrı her geçen saniye daha çok artıyordu. Sonunda cesaret edip koluna bakma cesareti gösterdiğinde ise umutları birazda olsa işe yaramıştı. O şişlik kemik değildi ancak kemiğinin kırıldığı açık bir şekilde gözüküyordu. Kolunda gözle görülebilecek bir şekilde yamukluk vardı.

Katilin Doğuşu: Bölüm 2 • Kısa Korku Hikayesi - Korku Merkezim

Öğretmen anlatmaya devam ediyor, ağzından kelimeler dökülüyordu ancak dinleyeni çok azdı. Konuşma uzadıkça daha da sıkıcı hale geliyordu. Konuşması bitince ön sırada oturan iki kişiyi sahneye çıkardı.

''Aranızda doğaçlama kısa bir tiyatro oyunu yapmanızı istiyorum.'' Dedikten sonra sahnenin arkasına çekildi.

Ortada duran iki çocuk birbirleriyle bir süre bakıştıktan sonra, uzun boylu olan ilk başlamaya karar verdi.

''Bugün işe neden geç kaldınız bayım? Size önceden de dememiş miydim? Artık daha çok burada çalışmanıza izin vermemem... Kovuldun!'' Oyunculuğu çok yetenekliydi. Sanki yıllardır tiyatro sektöründe gibi...

''Nasıl olur? Kovmayın beni.'' Dedi karşısındaki çocuk. Ancak ne sesi duyuluyor, nede sesine duygu katabiliyordu.

Biraz daha devam ettikten sonra öğretmen bu iki çocuğu geri yerine oturttu. Sıradan herkesi ikişer ikişer kaldırmaya başladı. Bazıları ne kadar güzel rol yapsa da bazıları hiç rol yeteneğine sahip değillerdi.

Sıra Louis'e gelince, öğretmen Louis ile Kate'i beraber sahneye davet etti. Louis ilk karşısındaki kızın role başlamasını bekledi ama o başlamayınca Louis başlattı. Ağzından bir şeyler çıkıyordu ama ne dediğini bilmiyordu. Tek düşünebildiği, katliamı bu konferans salonunda yapabileceğiydi. Duvarlar yalıtımlıydı, silah sesi veya çığlıklar dışarıya zor duyulurdu. Odada pencere olmaması ise bir başka avantajdı.

Yaptıkları doğaçlama bittiğinde Louis daha ne söylediğini bile hatırlamıyordu ancak tüm salon onları alkışlıyordu. Demek ki gerçekten iyi rol yapmıştı. Salondakiler onları alkışlarken Louis nefesinde bir daralma hissetti. Ciğerlerinin üstünde sanki bir ton ağırlık vardı. Nefes alamıyordu. Nefes almaya çalıştıkça öksürükle aldığı nefesi geri ciğerlerinden çıkarıyordu. Vücudunun çok sıcak olduğunu hissedebiliyordu. Başı dönmeye başladı. Dizlerinin üstüne düştüğünde öğretmen ve salondakiler durumun ciddiyetini yeni anlıyordu.

Kate tedirginlikle Louis'in yanına çöktü. Ne yapacağını bilmiyordu. Çok zaman geçmeden Louis bilincini kaybetti.

Louis, Kate'in dizlerinin üstüne bayılınca öğretmendeki telaş arttı. Tüm öğrenciler 911'i arıyor, ambulans yardımı istiyorlardı.

Louis, yanındaki kalp kontrol cihazının biplemesiyle uyandı. Ağzında oksijen maskesi takılıydı. Etrafına bakınca annesinin, babasının ve Kate'in orada olduğunu gördü. Kate'in orada olduğunu görmek onu şaşırtmıştı. Seslenmeye çalıştı ancak ağzındaki maske engel oluyordu. Yine de biraz homurtu çıkartmak yetmişti. Hepsi oturduğu yerlerinden kalkıp Louis'in hastane yatağının etrafına toplanmıştı.

Annesinin yüzünde ki derin endişe ve hüzün net bir şekilde görülebiliyordu. Artık her şey başlamıştı. Kanserin son evresi tohumlarını veriyordu. Vücudundaki uyuşturucu ilaçlar başının dönmesine neden oluyordu.

Annesinin yaşlı gözlerine odaklandı Louis. Annesi de ona bakıyordu.

''Kemoterapiye başlayacağız. Artık başlamak zorundayız. Kemoterapi ile hayatın kurtulabilir. Hiç olmazsa uzayabilir.'' Diye söze girdi babası arkadan.

Louis itiraz etmek için ağzındaki maskeyi boynuna indirdi. Konuşmak için ağzını tam açıyordu ki babası tekrar konuşmaya başladı.

''Senin için ne kadar zor olduğunu biliyorum. Bizim için de zor ancak anlamak zorundasın. Küçük bir sansın var. Bu şans sayesinde tekrar eski hayatına kavuşabilirsin. Hastaneye yatışını yaptırdım bile. Her şey daha iyi olacak.''

Louis yapabileceği bir şeyin olmadığının farkındaydı. Babası kesin kararlı biriydi. Eğer bir karar vermişse ondan vazgeçirmek imkânsız olurdu ama belki geciktirebilirdi.

''Haftaya başlasak olmaz mı? Bir hafta boyunca yapmak istediğim ve yapamadığım şeyleri yapsam nasıl olur? Sonra hastaneye yatışımı yaptırırsınız.''

Babası bir süre düşündü. Babası düşünürken Louis'in arkadaşı Kate tatlı sesiyle rahatlatıcı bir şekilde konuştu.

''Senin için üzgünüm. Umarım iyileşebilirsin yoksa dünya büyük bir tiyatro oyuncusunu kaybedecek''

Kate'in sesi Louis'i rahatlatıyordu. Onun hastaneye gelmesi şaşırtmıştı ancak bir yandan da mutluydu. Daha önce hiçbir arkadaşı onu önemsememişti. Doğrusu daha önce hiç yakın arkadaşı da olmamıştı.

''Louis'' diye seslenince babasına döndü. ''bir hafta. Sadece bir hafta veriyorum sana. Bir haftanın ardından itiraz etmeden tedaviyi kabul edeceksin tamam mı?''

Ona bir hafta yeter de artardı bile. Başıyla onaylayıp babasına gülümsedi. Ziyaret saati bittiğinde herkes dışarı çıktı. Louis kafasını dinleyebilecekti. Gece boyunca uyumayıp kafasından yapacağı katliama yönelik senaryolar kurdu. Sabaha doğru güneş ilk ışıklarını saçarken, fark etmeden uykuya dalmıştı.

Yağmur damlalarının altında uyandı. Etrafına telaşla bakınıyordu. Ayakları ıslak sahil kumuna basıyordu. Hemen yanında dalgalarla gümbürdeyen bir deniz vardı. Nasıl buraya geldiğini bilmiyordu. Nereye gideceğini bilmiyordu. Karanlık denize bir daha baktı. Uzaktan gelen kocaman bir dalga vardı. Normalden çok daha büyüktü. On katlı bir bina kadar... Kaçmak için koştu ancak kum ayaklarının altında kayıyordu. İlerleyemiyordu. Ne kadar hızlı koşarsa koşsun hala olduğu yerde kalıyordu. Kapana kısılmıştı. Ne olduğu hakkında hiçbir fikri yoktu. Dalga gittikçe yaklaşıyor ve büyüyordu.

Kan ter içinde yatakta uyandı. Derin derin nefes alıyor, rüyanın gerçek olmadığı için rahatlıyordu. Daha önce hiç bu kadar gerçekçi rüya görmemişti.

Tekrar uyumaya çalıştı ancak nafile. Uykudan eser kalmamıştı. O da sonsuz gibi gelen bir süre boyunca odaya birisinin gelmesini bekledi. En sonunda kapı açıldı. İçeriye genç bir hemşire girmişti.

''bugün nasılsınız?'' diye sordu kibarlıkla. Bir yandan konuşuyor bir yandan da önündeki dosyayı inceliyordu.

''Birazdan taburcu olacaksınız o yüzden isterseniz serumunuzu çıkaralım.''

Louis başını onaylarcasına hafifçe salladı. Hemşire soğuk eliyle Louis'in kolunu tutup kolundaki iğneyi yavaşça çıkardı.

Rahatlamış hissediyordu. Artık hastaneye bağlı değildi. Yataktan kalkıphemşirenin ''Dur'' bağırışlarına aldırmadan koşmaya başladı. Koşup hastanedençıktı.  
Şimdi yapması gereken bir şey vardı. Kolundaki saate baktı saat sabah altıyı gösteriyordu. Bu onun için iyiydi. Dükkânlar daha açılmamıştı. Soygun için en ideal zaman...

Hastanenin yanından sağa dönüp hızlı adımlarla yürüdü. Bir dükkan arıyordu. Avcılık dükkanı... Uzun bir yürüyüşün ardından aradığı dükkanı bulmuştu. Issız bir sokağın köşesindeydi. Kepenklerle kapatılmıştı.

Ne yapacağını tam olarak düşünmemişti. İçeriye nasıl gireceğini bilmiyordu. Kepenkleri çekerek açmaya çalıştı ama normal olarak açılmamıştı. Kepenkler dev bir asma kilit ile kilitliydi.

Ardından aklına bir fikir geldi. Dükkanın yanındaki basamaklara oturup beklemeye başladı. Dükkan açılana kadar bekledi. Sonunda kırklı yaşlarda iri bir siyahı adam geldi. Louis'i görünce yüzüne bir gülümseme yerleştirdi.

''Dükkanın açılmasını mı bekliyorsun? Ancak sana üzücü bir haberim var. On sekiz yaş altı kişilere silah ya da patlayıcı madde satmamız yasak''

''Hayır'' dedi Louis. ''Sadece dürbünlerinize bakmak istiyorum.''

''İyi o zaman. Hadi içeri gel'' dedikten sonra adam kepenkleri ve kapıyı açtı. İçerisi tüfek, havai fişek, barut, mermi ve tabanca doluydu.

''Nasıl bir dürbün istersin?'' diye sordu adam.

''En ucuzunu alabilir miyim? Yanımda çok fazla para yok''

Adam arkasında duran cam tezgahtan, avuç büyüklüğünde bir dürbün çıkardı. Yeşil renkte bir dürbündü.

''Bu dürbünü sadece beş dolara alabilirsin. Biraz kalitesiz ancak işine yarar.''

''Tamam öyleyse alıyorum.'' Dedi Louis ve adamın elinde dürbünü almak için uzandı. Tam eline alacakken tutmayıp bilerek yere düşürdü. Dürbünün ön camı paramparça olmuştu.

''Lanet olsun'' diye söylendi adam. Yere çöküp kırılan parçaların arasından dürbünü aldı. ''Eğer beklersen tamir edebilirim ancak bu sana iki dolara patladı haberin olsun'' dedikten sonra ayağa kalktı.

''Üzgünüm. Sizi bekleyebilirim.'' Diye yanıt verdi Louis. Adam başka bir odaya geçtiği anda etrafına göz attı. Hemen yanında gümüş rengi Magnum silah duruyordu. Silahı bir hamlede montunun geniş cebine koydu. Sıra mermilerdeydi. Alt rafta duran mermi kutularına göz attı. Tam Magnum mermisini alacak iken adam arkadan, kapının yanından seslendi.

''O mermilere dokunma. Onları düzgün dizmek için çok uğraştım'' diye bağırdı. Ardından tekrar odaya girdi. Louis'in yüreği ağzına gelmişti ama yakalanmadığı için şanslıydı. Eğer silahı ya da mermileri çaldığını görseydi adam kesin polisi arardı. Eğer gerçekten sinirlenirse de onu alnının ortasından vurmaya çekinmeyeceğine emindi.

Bu sefer daha dikkatli davranarak mermileri almak için yere çöktü. Tam mermileri cebine attığı sırada uzun, koyu yeşil montunun yere sürünen kısmı kutulara çarpmış ve yüze yakın kutuyu domino taşı etkisiyle devirmişti.

Louis telaşla ayağa kalkıp, kaçmak için kapıya yöneldi ancak adam arkadan seslendi.

''Bir yere gitmiyorsun''

Adama baktığında elinde kocaman bir tüfek olduğunu gördü. Ucunu Louis'e doğrultmuştu. Korkuyla olduğu yerde durdu. Sağ cebindeki silahın görülmemesini sağlamak için eli hep sağ cebinin üstündeydi.

''Buraları sen topluyorsun. Burası yine aynı şekilde dizilene kadar çıkmak yasak. Anlaşıldı mı?''

Louis başıyla onayladı. Yüzüne bir tüfek doğrultulmuşken yapabileceği en akıllıca şey buydu. Kutuları toplamak için yere eğildi. Siyak, küçük ama ağır kutuları üst üste koyarken bir yandan da çaldığı silahın gözükmemesi için dua ediyordu. Adama her baktığında tek gördüğü yüzüne yakın tutulmuş bir tüfek namlusu oluyordu. Namlunun içindeki karanlık aynı Louis'in içindeki gibiydi. Oradan bakılınca ne mermi ne de barut gözüküyordu ancak ateş edildiğinde o mermi yüzünden çoktan ölmüş oluyordun. Louis şu anda ateş edilmeye hazır bir silahtı. İçinde mermi ve barut olan bir silah...

Kutuları dizmeyi bitirdiğinde, iri adam tüfeği Louis'in yüzünden çekmişti.

''Git ''dedi duygusuz bir ses tonuyla. Louis gitmek için kapıya yöneldi. Dizdiği mermileri yıkmamak için yavaş hareket ediyordu. Tam kapıya vardığı an arkasından şangırtı sesi geldi. Tekrar arkasını döndüğünde, dizdiği tüm mermilerin tekrardan yerle bir olduğunu gördü. Ne yapması gerektiğini düşündü ancak düşününce pek fazla bir seçeneği olmadığını fark etti.

''Tüm emeklerin yerle bir olunca böyle hissediyorsun'' dedi adam. ''Şunları topla ve ödeşmiş olalım''

Louis içinden adama aklına gelen her türlü küfrü ediyordu. Ölmek istemediği için bu küfürleri dışarı yansıtmaması gerektiğinin farkındaydı. O kadar canına susamamıştı. En azından şimdilik...

Hiçbir şey söylemeden tekrardan yere eğildi. Siyah kutuları üst üste dizmeye başladı. Bunu bitirmek öyle uzun sürüyordu ki bittiğinde bir saatten fazla geçtiğine emindi.

''Bir daha yıkmazsın umarım'' dedi imalı bir şekilde. ''şimdi dürbünü alabilir miyim?''

Adam dürbünü Louis'e uzattı. Louis ise cebinden çıkardığı yedi doları adama uzattı. Dürbünü aldığı anda hızlı bir şekilde dükkandan çıkmıştı. Biraz daha oyalanamazdı. Saate baktı. Üç saattir buradaydı.

Yavaş adımlarla eve doğru yürümeye başladı. Yürürken ne etrafında ki insanların ne de yanından geçtiği evlerin farkındaydı. Tek farkında olduğu şey cebindeki küçük silahtı. Onu bu hayatta tek mutlu edebilecek şeyin farkındaydı.

Eve geldiğinde annesini evde buldu. Kapıyı açtığı an oğluna sıkıca sarılmıştı.

''Neredeydin?'' diye sordu. ''seni hastanede bulamayınca korkudan ne yapacağımı şaşırdım. Baban iki saattir seni arıyor. Neden hiçbir şey söylemeden çıkıp gittin? Hem nereye gittin?''

Louis ne demesi gerektiğini bilmiyordu. Nasıl bir bahane bulacağı hakkında en küçük fikri yoktu. Susmayı tercih etti. Susup annesinin yanından ayrıldı. Annesi ise hiçbir şey dememişti. Sadece arkasından bakmakla yetindi. Louis odasına doğru çıkan merdivenlere yöneldi. Odasını girdiği an kapıyı kilitledi. Onu kimsenin görmesini istemiyordu. Onun aldığı(çaldığı) şeyleri kimse görmemeliydi.


Katilin Doğuşu: bölüm 1• Kısa Korku Hikayesi - Korku Merkezim

Louis her sabah olduğu gibi bu sabahta çantasını alıp, okula gitmek için dışarı çıktı.

Okula doğru yürürken, ayakları geri geri gidiyordu. Her gün işkence çekmek ile aynı şeydi, Louis için okul. Okulda ne bir arkadaşı ne de konuştuğu birileri vardı. Birisi onunla konuşmak istese hemen onu yanından kovuyordu. Ayrıca derslerde de başarılı sayılmazdı. Onun için okul kölelikten farklı bir şey değildi. O köleliğe karşıydı.

Okula doğru keyifsizce gitti. Eskimiş, kırılmaya yüz tutmuş kapıdan içeri girdi. Sınıfına girip, sırasına başını koyarak rahat bir uykuya anında daldı. Okul sıraları artık onun yatağıydı. Okul bitip zil çalana kadar bir kez bile kafasını kaldırmamıştı. Zil çaldığında uykusunu almış bir şekilde dışarı çıktı. Esen sert rüzgâra karşı siyah montunun önünü kapatıp, eve giden yolda hızlı adımlarla yürümeye başladı.

İçinde neden olduğunu bilmediği büyük bir endişe vardı. Neden olduğunu bilmiyordu ancak, eve giden her bir adımda içindeki sıkıntı biraz daha büyüyordu.

Eve vardığında zili çaldı. Birkaç sonsuz gibi gelen saniye boyunca içeriden hiçbir ses gelmedi. Ardından kapıya yaklaşan adımlar duyulmaya başladı. Kapıyı yavaş bir şekilde Louis'in annesi açmıştı. Annesine bakınca gözlerinin sanki ağlamış gibi kıpkırmızı olduğunu gördü. Ayrıca yüzünde sanki zorla oraya oturtulmuş gibi duran bir gülümseme vardı. Louis içeri girene kadar kapının önünde hiçbir şey demeden bekledi. İçeri girince ise kapıyı kapatıp, oturma odasına doğru ayaklarını sürüye sürüye halsiz bir şekilde gitti. Ardından oturma odasının kapısını kapatıp kilitledi.

Louis annesinin arkasından bakakalmıştı. Daha önce onu bu kadar keyifsiz görmemişti. İçindeki nedensiz endişe azalmak yerine artmıştı. Ayakkabılarını hızlı bir şekilde çıkarıp sessizce oturma odasının kapısına doğru ilerledi. Kulağını kapıya dayayıp, konuşulanları dinlemek için yoğunlaştı. Babasının da sesini duyuyordu. O da içeride olmalıydı. Ne kadar sessiz konuşsalar da Louis'in kulakları konuşulanları ayırt edebiliyordu.

''O bence iyi olacak. Nasıl olsa güçlü bir çocuk... Bunu da yenebilir''

''Hayır, Albert. O her şeyi yenemez. Doktorun sana ne dediğini duydum. Kanserin en son seviyede olduğunu biliyorum. Artık geri dönüş yok.''

Louis ne yapacağını bilmiyordu. Kalbinde bir acı, boğazında takılan bir yumru hissetti. İçindeki endişenin sebebini öğrenmişti. Canı yanıyordu. Annesinin ve babasının kendinden bahsettiğini biliyordu. Geçen gün kolunda çıkan kızarıklar için doktora görünmüştü ve sonuç bugün çıkacaktı. Hiç kanser olabileceğini düşünmemişti. O anda kafasında bir şimşek çaktı. Neden üzülüyordu ki? Hızlı bir şekilde merdivenlerden çıkmaya başladı. Merdivenlerin yarısındayken oturma odasından çıkan annesi ve babası ona seslendiler.

''Sana söylememiz gereken...'' diye söze başladı annesi. Ancak Louis bu şeyleri bir kez daha dinlemek istemiyordu. Bildiği halde neden dinleyecekti ki?


''Biliyorum.'' dedikten sonra hızlı bir şekilde merdivenlerden yukarı çıktı. O kadar hızlıydı ki, daha birkaç saniye önce merdivenlerdeyken şimdi odasındaydı.

Kapıyı kapatınca yüzünü büyük bir gülümseme kapladı. Çünkü artık hayatı boyunca planladığı olaya daha çok yaklaşmıştı. Sonunda beklediği işaret gelmişti. Kendine söz vermişti. Bu planın gerçekleşmesi için bir işaret bekliyordu. Herhangi bir işaret... Eğer bir işaret gelirse öldürmek için bir nedeni olacaktı. Aslında başka nedenleri de vardı. Örneğin insanların çok aptal olması ve yaşamalarının gereksiz hava kaybına neden olması gibi... Yine de, sevdiği birinin ölmesi, kendinin ölüme yaklaşması gibi şeyleri, kendine işaret olarak belirlemişti. Şimdi tek yapması gereken; ölmeden veya yatağa düşmeden önce planı gerçekleştirmesiydi. İçi bir anda heyecanla doldu. Hayallerinin gerçekleşmesine az kalmıştı. İçindeki heyecandan dolayı yerinde duramıyordu. Yüzünü korkutucu bir sırıtış kapladı. Odanın içinde hoplayıp zıplıyordu. Onu dışarıda gören biri kafayı yediğine emin olabilirdi. Ama o kafayı yememişti. Hiçbir zaman olmadığı kadar kendinde hissediyordu. Artık gerçek kendi gibi davranabilirdi. Planı aslında önceden beri kafasındaydı. İnsanları öldürmek için olan planı. Sabah planın ilk adımına başlayacaktı.

Merdivenden çıkan ayak seslerini duyunca yüzündeki sırıtışı silip yatağa oturdu. Üzgün görünmek için elinden geleni yaptığı belliydi ancak kafasında ki kayışlar artık kopmuştu. Geri bağlanamazdı. İçinde, çok derinlerde büyük bir hüzün vardı ama bunu kendinden bile gizlemeyi başarıyordu. Zorla da olsa o hüzünden bir parçasını gözyaşları sayesinde dışarı çıkardı.

İçeriye giren babasıydı. Omuzları düşmüş, çok çaresiz görünüyordu. Yavaşça Louis'in yanına oturdu. Gülümsemeye çalıştığı belliydi ama yapamıyordu.

''Bak kemoterapi ile en yüksek seviye kanserler bile iyileştirilebiliyor. Sen de iyi olacaksın bunu biliyorum. Yarın hastaneye gidip terapiye başlarız tamam mı?''

Terapiye başlamak istemiyordu Louis. Eğer terapiye başlarsa planını hayata sokamazdı çünkü zamanının çoğunu hastanede geçirmek zorunda kalacaktı.

''Hayır, istemiyorum.'' Dedi yapabildiği en hüzünlü ses tonuyla.

''Ne? Neden? Bak başka türlü iyileşemezsin Louis. Başka yolun yok. Kemoterapiden korkma.''

''Kemoterapiden korkmuyorum ama son zamanlarımı hastanede geçirmek istemiyorum.''

''Senin kararın. Ama lütfen birkaç kez daha düşün. Senin için en iyi olana karar vereceğine eminim.'' Dedikten sonra dışarıya çıkıp kapıyı kapattı. Kapı kapandığı anda Louis'in de içi yine mutlulukla doldu. Yüzündeki o sırıtış tekrar yerine geldi.

Akşam olana kadar yatakta yatıp zamanını hayaller kurmak ile geçirdi. Akşam olunca ise farkında olmadan uykuya daldı.

Alarmın sesiyle uyanınca, hiçbir zaman çekmediği rahatlıkta bir uykuçektiğinin farkına vardı. Alarmın cırtlak bağırışını susturup kıyafet giymekiçin dolabının kapağını açtı. Bu sefer farklı giyinecekti. Her zaman giyindiğieski kumaş pantolonu ve gömleği bir kenara fırlatıp. Annesinin Noel de aldığısiyah deri ceketi, siyah kot pantolonu ve beyaz tişörtü giydi. Dolabın kapağının arkasındaki boy aynasınabaktı. Zayıf vücudu, bu kıyafetlerin içinde güçlü ve çekici durmuştu. Aynadabir süre kendine baktıktan sonra odasından dışarı çıktı. Banyoya gitti vekahverengi sönük saçlarını fön makinesi ile havalı ve modern bir şekle soktu.
Artık bakımsız görünmüyordu. Keskin yüz hatları saçları yukarı kalkınca daha da belirginleşti. Uzun zamandır kendini böyle bakımlı görmemişti.

Çantasını tek omzuna taktı ve aşağı indi. Annesi onu kapının önünde bekliyordu.

''Çok iyi görünüyorsun Louis. Benim aldığım kıyafetler değil mi bunlar? Çok yakışmış sana.'' Dedi. Sonra yüzünde içten bir gülümseme belirdi. ''İstersen bundan sonra okula gitmeyebilirsin. Birlikte daha çok zaman geçirebiliriz.''

Louis eskiden olsa bunu anında kabul ederdi ama şu anda asla bunu kabul etmeyecekti.

''Hayır, okula gitmek beni rahatlatacaktır.'' Dedikten sonra annesinin yanağına bir öpücük kondurup dışarı çıktı.

Dışarıdaki soğuk umurunda değildi. Okula varana kadar yüzündeki korkutucu sırıtışı kaybetmedi. Okulun kapısından girince olabildiğince havalı olmaya gayret gösteriyordu. En kısa zamanda büyük bir arkadaş topluluğuna sahip olmalıydı.

Etrafına baktı. Köşede, duvara doğru çelimsiz bir çocuğu kıstırmışlardı. Zorla elindeki parayı almaya çalışıyorlardı. Bunu yapmaya çalışan grubu tanıyordu. O grup okulun en yaramaz ama en popüler grubuydu. Eğer o gruba girmeyi başarırsa, her şey planladığı gibi olabilirdi.

Onlara doğru emin adımlarla yürüdü. Botu tahta zeminde tok bir ses çıkarıyordu. Çocuğa baktı. Çocuk, parayı vermemekte kararlı görünüyordu.

''Ne oluyor burada?'' diyerek olayın içine atladı. Tüm grup Louis'e döndü. ''Yoksa para mı var sende hanım evladı.'' Dedikten sonra çocuğun elindeki yirmi doları almak için öne doğru hamle yaptı. Çocuk parayı çekince, Louis gruba girmenin tek yolu olduğu için çocuğun karnına sert bir tekme attı. Çocuk acıyla iki büklüm olunca parası da elinden kayıp yere düştü. Hemen eğilerek yerden yirmi doları alıp cebine koydu Louis.

''Dostum, iyi benzettin çocuğu. Neye uğradığını şaşırdı.'' Diyerek dostça bir şekilde Louis'in sırtına vurdu grubun lideri olan William. Louis onlarla dost olmayı başarmıştı.

Öğle arasında, on kişilik grup olarak yemekhanede oturuyorlardı. Louis kısa sürede aralarındaki kaynaşmaya ortak olmuştu. William, ayaklarını masanın üstüne uzatmış grup dışındakilere korkutucu bakışlar atmakla meşguldü. Koskoca yemekhanede ses çıkaran tek kişiler onlardı. Diğer herkes onlardan korktukları için suspus oluyorlardı.

Aradan bir süre geçtikten sonra; yedi sekiz kişilik, güzel kızlardan oluşan bir grup onlara yaklaştı. Aralarından sarışın olan cırtlak bir sesle bağırdı.

''Nasılsınız beyler!'' Ardından grubun lideri olan William'ın yanına gidip dudağına sert bir öpücük bıraktı. William'da ona aynı şekilde yanıt verdi. Onlar köşede yiyişirken kızlardan oluşan grup, erkeklerin arasına karışmıştı. Kıvırcık ve simsiyah saçlı olan kız Louis'in yanına oturdu.

''Okula yeni mi geldin? Daha önce seni burada gördüğümü sanmıyorum.'' Dedi.

''Evet, yeni geldim'' diye yanıt verdi Louis. Okula yeni geldiğini düşünmeleri onun lehineydi. Zaten onu tanımamalarına şaşırmamıştı. Okulda gün boyu uyuduğu için o da kimseyi tanımıyordu.

''Okulumuzda tiyatro kulübü var. Hepimiz o kulübe üyeyiz. İstersen seni de kulübe kaydedebiliriz.'' Dedi siyah saçlı kız.

Louis daha önce böyle bir kulüp olduğunu duymuştu ancak hiç katılmayı düşünmemişti ama planını geliştirmek için bu iyi bir fikirdi.

''Tabi ki isterim. Her zaman tiyatroyu sevmişimdir.'' Diye yanıt verdi Louis. Bunu derken cidden tiyatro yeteneğinin olduğunu düşündü. Çok iyi yalan söylüyordu.

''Harika! Bugün çıkışta seçmeler var. Konferans salonuna gelirsen seçmelere katılabilirsin. Orada görüşürüz.'' Dedikten sonra, yiyişmeyi bırakmış olan kızın yanına gitti ve diğer tüm kızlarla birlikte yemekhaneden dışarı çıktılar.

Kızlar dışarı çıkınca erkekler tamamen sessizlikle hayallere dalmıştı. Hepsi daha demin yanlarında olan kızlar hakkında cinsel hayaller kurmayla meşgullerdi. Louis hariç. Louis planının tıkır tıkır işlemesinden dolayı o kadar mutluydu ki kızlar umurunda değildi.

Öğle arasından sonraki dersler Louis için çok hızlı geçmişti. Son sil çalınca tarih dersinden ilk çıkan Louis oldu. Hızla tiyatro kulübünün buluşacağı yer olan konferans salonuna gitti. Salona ilk giren oydu. Orta sıradaki kırmızı koltuklardan birine oturup beklemeye başladı.

Bir süre sonra salon yavaş yavaş dolmaya başladı. Erkek grubu da salondaydı. Louis'in tam önünde oturuyorlardı. Öğretmen gelmeden hemen önce kıvırcık saçlı kız hızla gelip Louis'in yanına oturdu.

''Merhaba'' dedi içten ve tatlı bir şekilde.

''Merhaba'' diye yanıt verdi Louis. ''Adını sormayı unutmuşum. Adın neydi?''

''Adım Kate. Seninki de Louis her halde. Arkadaşların söylemişti.'' Dedikten sonra gülümsedi.

Louis arkadaş grupları içinde tanınmıştı. Normal bir çocuk olsaydı, arkadaşları olduğu için artık öldürme planlarından vazgeçerdi ama Louis normal bir çocuk değildi. Hiç normal bir çocuk olmamıştı. Onun için onlar arkadaş değil yalnızca aptal kurbanlarıydı.

Yanında oturan kız ise... Doğrusu Louis o kızdan hoşlanıyordu. Çok güzel ve zeki görünümlü bir kızdı ama ondan hoşlanması onu öldürmeyeceği anlamına gelmiyordu. Onu daha zevkli öldürecekti. Sevdiği insanlara zarar gelmesinden zevk alıyordu. Sevdiği insanların attığı her bir çığlık onun kulağına bir meleğin fısıltısı gibi geliyordu.

O sırada tiyatro kulübünün yöneticisi olan, İngilizce öğretmeni Bay Harry içeriye girip salonun önündeki sahneye çıktı.

''Yeni tiyatro yılımızda hepinize başarılar diliyorum. Yüz yıllık geçmişi olan bu okulda elli yıldır devam eden bir kulübe katkıda bulunduğunuz için hepinize teşekkür ederim. Tiyatro kulübüne katılacak tüm öğrencilerimiz bir kez de olsa sahne tozu yutacaktır. Hepiniz sene sonunda olacak tiyatro oyunumuza dâhil olacaksınız. Gerek başrolde gerek yan rolde.

9 Eylül 2017 Cumartesi

Haritadaki Ada: Bölüm 5 • Kısa Korku Hikayesi - Korku Merkezim

Üstünde 'Lorder' yazan uçağın kabinine girdik. Koltuğuma oturunca gözlerimi kapattım. Halen kalkmamış olmamıza rağmen dışarıya bakmak iyi bir fikir gibi gelmiyordu.

Uçak uyarısı gelince gözümü açmadan kemeri bağladım ve sarsıntının başladığını hissettim. Uçaktaki sarsılma azalınca gözlerimi açtım. Pencereye bakmamaya gayret göstererek cebimde katladığım kağıdı çıkarıp boş boş baktım. Başımı kaldırınca ön koltukta oturan Rose'un topuz yapılmış gür saçlarını görebiliyordum.

Zamanla canım sıkılmaya başlamıştı. Ayrıca içime nedensizce bir cesaret doğmuştu. Yüzümü pencereye yöneltip dışarıya baktım. Mavi gökyüzü ve bulutların arasından gözüken uçsuz bucaksız deniz... Korktuğum kadar kötü değildi. Uçak ilerlemeye devam ederken ufka doğru bakmaya devam ettim. Ne zaman karanın gözükeceğini merak ediyordum. Ufka odaklanmışken tam orda kahverengi bir çıkıntı gördüm. Orası Amerika olamazdı. Dört bir tarafı denizle kaplı küçük bir yerdi. Tanıdık bir yer... Bir anda kafamda parlak bir şimşek çaktı. Bu adadaki haritanın aynısıydı. Heyecanla Rose a göstermek için ayağa kalktığım an uçakta bir patlama sesi duyuldu. Ardından tüm uçak şiddetle sallanmaya başladı. Ben dahil herkes merakla ve korkuyla ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Bir anons gelmesini bekledik ancak hiçbir ses gelmedi. Rose da ayağa kalkmış ve dehşetli gözlerle bana bakıyordu. Uçağın içindeki basıncın arttığını hissederken tek duyduğum ses çığlık sesleriydi.

Uçağın düştüğünü biliyordum. Suya düşmesini ve bu sayede birilerinin hayatta kalmasını ummuştum. Ancak umudum böse gitti. Gözlerim kapanmadan önce tek gördüğüm kahverengi toprak ve uzun ağaçlardı.

Kendime geldiğimde her şeyi hatırlıyordum. Zaten bir daha asla unutamayacağıma emindim. Ancak bir gariplik vardı. Ölmemiştim. Gözlerimi bakmaya zorlayarak Rose'a döndüm. Kafasından şiddetli bir şekilde kan akıyordu ve gözleri cam gibi açıktı. Onun öldüğünü kabullenemezdim. Kalbime sert bir acı saplandı. Kalbimde bir buruklukla telefonumu çıkardım. Yardım çağırmam gerekti ama hep sinyal alan telefonum bu sefer sıfır sinyal gösteriyordu.

Hayatta olmalarını umarak pilot kabinine gittim. Giderken yerdeki cesetleri görmemeye çalışıyordum. Kapıyı açınca beynim olayları kavrayamamıştı. Pilot kabininde pilot yoktu. Bomboştu ve sadece cama yapıştırılmış bir kağıt vardı. Acayip bir şekilde kırılmamış cama.Kağıda yaklaşınca korkudan kalbim durmak üzereydi. Bu o haritaydı. Bende olan harita... Tek farkı ise büyük harflerle yazılmış cümleydi.

''ADAYA HOŞGELDİN''
PARİS'TEN AMERİKA'YA GİDEN UÇAK KAYBOLDU
Paris'ten Amerika'ya giden 'Lorder' havayoluna ait yolcu uçağı kayboldu. Hiçbir iz bırakmadan kaybolan uçakta pilot olmaması akla uçak korsanlarını getirdi. Radarlarda gözükmeyen uçak hakkında havayolu şirketi henüz bir açıklama yapmadı.

Haritadaki Ada: Bölüm 4 • Kısa Korku Hikayesi - Korku Merkezim

Rose sıkıca elimden tutup romantik filmlerdeki gibi bana gülümsedi. Onun koşmaya başlayacağını o an sezmiştim. Hızlı bir şekilde adımlarımı Rose'unkine uydurmaya çalışırken etrafıma bakıyor, çimlerin üstünde oturan, kitap okuyan hatta dans eden insanları gözlüyordum. Çoğu kişiye göre burası dünyanın en güzel yeriydi ama benim için sadece bir şehirdi. Diğer tüm şehirler gibi normal bir şehir. Benim için özel olan şey sadece adaydı.

Ada benim için her şeydi ama neden böyle hissettiğimi bilmiyordum. Adanın bana karşı bir çekim gücü vardı sanki.

Eiffel Kulesi'nin dibine vardığımızda insanların elinde fotoğraf makinesinden başka hiç bir şey olmadığını fark ettim. Kimse oturup manzaranın keyfini çıkarmıyordu. Telaş içinde sosyal medyaya koyacakları o 'muhteşem' fotoğrafları çekiyorlardı. Ben bu hataya düşemezdim. Tüm birikimimi sadece birkaç fotoğraf için harcamamıştım. Çimlerin üstüne oturdum ve insanların karmaşası ardındaki güzel demir başyapıtı izledim. Rose'da benim düşüncelerime sahip olacak ki yanıma oturdu.

Demir kuleye bakarken yine aklım adaya kaydı. Buna engel olamıyordum. Adeta bir takıntıya dönüşmüştü ve yaşamıma engel oluyordu. Hemen o adayı bulmam gerekti ama Rose'un amcasıyla görüşmek için beklemek zorundaydım.

Kuleye bakmaya devam ederken sevgilimin beni dürttüğünü hissettim. Kolumdan yavaşça dürtmüştü. Ona baktım.

''İstersen gidebiliriz benim için bu kadar yeter'' dedi usulca.

Onun bu davranışı gerçekten hoşuma gitmişti ama gitmek istemiyordum. Onun buranın keyfini doyasıya çıkarmasını istiyordum. Eskiden yaşadığı bu semtlerin kokusunu bir kez daha doyasıya almasını istiyordum.

''Kalabiliriz'' dedim. ''Amcanın yanına yarın gitmemizde bir sorun olmaz''

Kız cidden mutlu olmuştu. Gülümseyişini büyüttü ve boynuma sarıldı. Onun gül kokulu parfümü burnumu doldururken ipeksi saçları yüzümü okşuyordu.

Zaman geçti. Ben sıkılmaya başlayınca havada çoktan kararmaya başlamıştı. Ayağa kalkıp küçük bir pansiyon bulmak için şehrin etrafını dolaşmaya başladık. En sonunda eskimiş harflerle, kırık kapısında 'Paris Pansiyon' yazan bir yer bulduk. Ne kadar yaratıcı bir ad diye düşünürken çoktan içeriye adımımı atmıştım. Ucuz fiyata bir oda kiraladıktan sonra yukarı çıkıp odaya girdik. Oda tahmin ettiğimden daha küçüktü. Eski, dökülmüş duvarlar odaya iğrenç bir koku yayıyordu. İçinde iki küçük yatak vardı odanın. O kadar kalitesiz bir oteldi ki odalarda özel tuvalet bile yoktu. Sadece koridorun sonunda ortak bir tuvalete sahipti. Bununla yetinmek zorunda olduğumuzu biliyordum. Zaten sadece bir gece kalacaktık.

Eşyalarımızı yerleştirdikten sonra akşam yemeği için dışarı çıktık. Elimizi bir sosisli aldıktan sonra tahta bankın üstüne oturduk. Hava soğuk değildi. Aksine ceket giymeye bile gerek yoktu.

''Buraya benim için gelmediğin çok açık. O harita için buraya gelmeye bile katlandın. O haritayı bu kadar önemli kılan ne?'' diye sordu konuya ani bir dalış yaparak.
Bir anlık afalladıktan sonra ''Bilmiyorum'' dedim. ''Sadece içimden bir ses o adanın özel olduğunu söylüyor. Kim bilir belki büyük bir hazine vardır. Karasakal'ın hazinesi.'' Son cümleme biraz alay katmıştım. O adada bir hazine olmadığına neredeyse emindim. Orayı bulursam göreceğim tek şeyin toprak parçası olduğunu da bir nevi biliyordum.

Günün geri kalanında Rose'un benim hakkımdaki tedirginliğini hissetmiştim. Benim delirmiş olduğumu düşünüyor olmalıydı ki bu o kadar olağan dışı değildi.

Sabah gıcırdayan, rahatsız pansiyon yatağımda uyanınca saate baktım. Henüz çok erkendi ama uykum bir kez açılmıştı artık. Pencerenin kenarına oturup dışarıyı seyretmeye dalmışken Rose kulağımın yanına bir öpücük kondurdu. Evet, o da uyanmıştı. Ben de ona küçük bir sabah öpücüğü verdikten sonra ayağa kalktım.

''Amcamın yanına gidelim. Hadi.'' Diyerek çantasını hazırlamaya başladı.

''Daha çok erken değil mi?'' Diye sordum onun bu acelesine karşın şaşırarak. Aslında ben de hemen gitmeyi istiyordum ama Rose'un şaka yapıp yapmadığına emin olmalıydım.

''Amcam erken uyanan biridir. Onun için gün erken başlar. Onu evde yakalamak istiyorsan sende erken gitmelisin.'' Dedikten sonra pijamalarını çıkartıp üstüne tekrardan renkli ve güzel bir elbise giydi.

Dışarı çıkıp telaşlı insanların arasına karışınca, yolu bildiğini umduğum sevgilimi takip ettim. Kısa bir yürüyüşün ardından tek katlı ancak bayağı modern, havuzlu bir bahçesi olan evin önünde durduk.

''Burası'' Deyip kapının ziline bastı. İçeriden biraz patırtı geldikten sonra kapı açıldı. Kapıyı açan kişi yüzü yaşlılıktan kırışmış, beyaz saçlı ve seksenlerinde görünen zayıf, yaşlı bir adamdı.

Rose'u görünce yaşlı adamın yüzünde bir gülümseme bekledi. Yeğenini hala hatırlamasına şaşırmıştım. Normal bir insanın bu yaşlarda çoktan bunaması gerekti. Kıza sıkıca sarılınca bir anlığına kızı boğacağını bile düşündüm.

Bir dakikalık sarılma seansından sonra kızı bıraktı. Kızı bırakıp, yüzündeki gülümsemeyi silmeden bizi eve davet etti.

Ev çok sade ve hoştu. Düzenle yerleştirilmiş mobilya takımı, bembeyaz ve temiz duvarlar eve güzellik katıyordu. Duvara özenle asılmış siyah beyaz tablolar dikkatimi çekti. Adam gerçekten her yeri gezmişti. Buckhingam Sarayı, Özgürlük Heykeli ve neresi olduğunu bilmediğim bir sürü yerin yanında fotoğraf çekinmişti. Ama o günler çok eskide kalmış gibi görünüyordu. Adam şu anda evden çıkabildiğine şükrediyor olmalıydı.

Salondaki kırmızı, sert koltuğun üstüne oturduk. Yaşlı adam ise önümüzdeki tahtadan olan sallanan sandalyeye oturmuştu.

''Seninki mi?'' diye sordu Rose'a göz kırparak. Rose utanmış olmalı ki yüzü bir anda kırmızıya dönmüştü.

''Evet erkek arkadaşım'' dedi sakince.

Kendimi tanıtma gereği duymuştum. Adama gülümsedim. '' Adım RoryGray. Amerikalıyım.''
''Rory evlat. İyi birine benziyorsun.'' Ardından tekrar Rose'a baktı. ''Paris'e gelmişken anne ve babanı ziyaret etmişsindir umarım. Çok fazla küs kaldınız. Barışmanın vakti geldi.''

Rose geldiğimizden beri anne ve babasından bir kez bile söz etmemişti. Bende ona sormamıştım.

Rose konuşmayı uzatmamak için yalan söylemeyi tercih etti. ''Geldiğim an ilk olarak onlarla buluştum'' dedi yüzünde bir tebessüm kırıntısıyla. Amcası inanmamış olsa da en azından inanmış gibi yapıyordu.

''Hayat nasıl gidiyor'' diyerek oluşan derin sessizliği tekrardan bozdu yaşlı adam.

''Doğrusu bir harita için bilgi edinmeye gelmiştik'' dedim konuşmaya dahil olarak. Havadan sudan konuşacak sabrım yoktu. Çantamın ön yüzündeki yıpranmış küçük haritayı çıkardım.

''Vay, bu çok heyecanlı'' dedi belli bir İspanyol aksanıyla. Bu aksanla konuşması uzun bir süre ispanyada kaldığını belli etmişti.

Elimdeki haritayı umutla ona uzattım. Mutlu edici bir cevap beklerken adamın yüzü asıldı. Duyguları bir saniyede tersine döndü. ''Bu haritayı nereden buldun?'' diye sordu dehşetle.

''Yolda yürürken buldum'' diyerek öz bir yanıt verdim.

''Bu haritayı hemen çöpe at! Bu aptal haritayı hemen benden uzaklaştır!''

Onun bu tepkisi benim korkup yerimden fırlamama neden olmuştu. Aynı zamanda içimdeki merak doruk noktasına ulaşmıştı. ''Ne oluyor'' diye sordum ihtiyarın beni tatmin edecek bir cevap vermesini umarak. Ancak o hiçbir yanıt vermedi. Sadece haritayı elime tutuşturduktan sonra koridora doğru yürüyüp çıkmamız için kapıyı açtı. İkimizde kovulmuştuk.

''O böyle biri değildir'' dedi pansiyona birkaç adım kala Rose. Beni, yaşlı adamın ediklerini düşündüren trans uykusundan uyandırmıştı.

''anlamıyorum'' dedim pansiyona girerken. Sadece Rose'un duyabileceği bir şekilde. ''O haritayı yok edemem. Onun dediklerini yapamam''

''Haritayla istediğini yap.'' Dedi Rose pek umursamaz bir tavırla. O da haritanın lanetli olduğuna inanmamıştı.

Adamın dediklerini unutmaya çalışarak rahatsız yatakta kestirdim. Uyandığımda geri dönüş uçağımızın kalkmasına az kalmıştı. Yanımda kıvrılıp uyumuş olan Rose'u da uyandırarak hazırlandım. İçimde derin bir hüzün vardı. Tüm okul param bir hiç uğruna yanıp kül olmuştu.

Hava alanına yaklaşınca uçak korkum tekrardan kendini gösterdi. Bu sefer diğerinden daha fazlaydı. Sadece pencere kenarında bilet kaldığı için oradan almak zorunda kalmıştım. Rose'la aynı sırada bile oturmayacaktık. Bekleme salonuna geldiğimizde Rose yine eskisi gibi elimi sıktı. Korktuğumu fark etmişti. Korktuğumda veya üzüldüğümde hep anlardı.

Haritadaki Ada: Bölüm 3 • Kısa Korku Hikayesi - Korku Merkezim

''Hayır daha iki saat var dedim onu sakinleştirmeye çalışarak. ''Ancak hemen çıkalım. Oraya erken gitmemiz gerek.

Rose başıyla onaylayıp valizini kaptı. Bende sırt çantamı sırtıma taktım. Dışarıya çıktığımızda yağmurun yine aynı hızda devam ettiğini gördük. Hiç durmamıştı. Artık taksiye binmek zorunluluk halini almıştı.

Islanmamaya çalışarak ana caddeye kadar hızlı bir koşu yaptık. Ne kadar koşarsak koşalım ıslanacağımız kadar ıslanmıştık bile.

Üstümüzden sular akarken durdurduğumuz taksiye bindik. Taksi dışarıdan daha sıcaktı ve bu da beni rahatlatmıştı. Havaalanına doğru ilerlerken etrafımı izleyemeyecek kadar korkuyordum. Bir uçağa yağmur varken binmek dehşet vericiydi. Hele ki uçak korkun varsa.

Havaalanına varınca cebimdeki paradan yirmi iki dolar çıkarıp taksiciye uzattım. Oyalanmadan havaalanı güvenliklerinden geçtikten sonra beyaz ve sıralı sandalyeler olan bekleme alanına girdik. Rose heyecandan ben ise korkudan yerimde duramıyordum. Alnımdan soğuk terler akarken, Rose'da benim korkumu fark etmiş olmalı ki elimden tuttu.

''Emin ol uçak çoğu kara ulaşım aracından daha güvenlidir'' dedi sakinleştirici ses tonuyla.

Tabii ki benim sakinleşecek halim yoktu. Yirmi yıldır sürdürdüğüm korkuyu bir cümlede kenara bırakamazdım. Bırakmayı çok isterdim ama yapamazdım.

Uçağa piste indiğini anons ettiklerinde içimdeki dehşet bir tık daha arttı. Rose beni çekiştirerek dışarıya çıkardıktan sonra uçağa bineceğimiz yere gitmek için küçük bir servis otobüsüne bindik.

İlk kez yakından uçak görüyordum. Düşündüğümden daha küçüktü. Gövdesinde kırmızı yazılarla ''Lorder'' yazıyordu. İçeri girdiğimizde mor giyimli bir hostes bize yerlerimizi gösterdikten sonra benim sırt çantamı alıp yukarıdaki küçük bölmeye koydu. Rose valizini bagaja bırakmak zorunda kalmıştı çünkü fazla büyüktü. Fazla büyük olması o kadar da anormal değildi.

Yerlerimiz iki koridorun ortasındaydı. Pencereden, yükseldiğimizi göremeyeceğim uzaklıkta...

Uçak yükselmeye başlayınca kalp krizi geçireceğimi düşündüm. Korku ve heyecan birlikte kalbime basınç uyguluyordu. Ne kadar komik olacağını umursamadan kollarımı sevgilime dolayıp sarıldım. Onun sıcaklığı beni sakinleştirmişti. Kıkırdadığını duyabiliyordum ama umurumda değildi. Bir yıl boyunca benimle alay etmesi kalp krizi geçirmekten daha iyi bir seçenekti.

Uçak bir süre sonra sarsılmayı durdurdu ve sanki hiç hareket etmiyormuşçasına havada süzülmeye başladı. En korktuğum yeri bitmişti. Rose'a sarılan kollarımı açıp mahcup olmuşçasına önüme baktım.

''Çok tatlısın'' diye kıkırdadı. ''Seni küçük korkak bebek''

Onun benimle alay etmesine uzun süre dayanmam gerekecekti. Bir alay konusu bulunca sıkılana kadar bununla dalga geçerdi.
''Kes şunu'' diye söylendim önüme bakmaya devam ederek. Rose o anlık dalga geçmeyi bırakmış gibi görünüyordu. Cebindeki Paris el rehberini çıkarıp okumaya başladı. Arada sırada benim duymamı istediği bilgileri sesli biçimde okuyordu. Otel paraları ya da restoran gibi yerleri...

Aradan uzun zaman geçti. Ben pencereleri görmemek için yüzümü sağa ya da sola çevirmemeye ısrar ediyordum. Yemek geldiğinde Rose anında bifteğe daldı. Heyecan onu acıktırmış olmalıydı. Ben ağzıma bir lokma bile alamayacak haldeydim. Uçak benim midemin bulanmasına neden olmuştu. Arabada, çok uzun yolculuklarda bile midem bulanmazken birkaç saat uçak yolculuğunda midemin bulanması beni güldürdü. O sırada gülmeye çok ihtiyacım vardı çünkü endişeliydim. Endişemi bastırmak için gülmek bana iyi gelmişti.

''Ne oldu?'' diye sordu Rose ağzı dolu bir şekilde.

''Yok bir şey'' dedim hala kıkırdarken.

Rose umursamadan önündeki yemeğe geri döndü. Onun yiyişini izledikçe aklıma avından parça koparan aslanlar geliyordu.

Sonunda pilottan anons duyuldu. İniş anonsu. Ellerimi kemerin kayışlarına götürüp hızla taktım. Bu sefer hazır olduğumu hissediyordum. Kalkış kadar korkmayacağıma söz verdim ve bu sözü tuttum.

Valizi alıp havaalanından çıkınca nereye gideceğimiz hakkında bir fikrim yoktu. Ancak Rose'un bir planı olduğundan emindim. Elinde gezi rehberinin haritasını açmış izliyordu.

''Amcamın evine gitmeden önce Eiffel Kulesine gidebilir miyiz?'' diye yalvardı. Sesini çocuksu bir tona dönüştürmüştü.

İtiraz edecek halim yoktu zaten ben de Eiffel Kulesi'ni görmek istiyordum. Gülümseyerek başımla onayladım.

Rose heyecanla ellerini çırptı. Ardından bir taksi durdurdu. Taksiye binmekten her ne kadar nefret etsem de (çünkü param azdı) binmek zorundaydım.

Şoför bizi Fransızca bir kelimeyle selamladı. Ne dediğini anlamamıştım ayrıca umurumda da değildi. Rose onu anlamışa benziyordu. İkisi birkaç cümle konuştular. Tek anladığım Eiffel Kulesinden bahsettikleriydi.

Şoför arabayı sürmeye başladı. Dışarıdaki binalar Amerika'dakilerden farklıydı. Daha kısa ancak daha gösterişliydiler. Her bir dairenin balkonunda çiçekler vardı. Gerçekten renkli ve neşeli bir yerdi. Taksi ilerlerken fotoğraf çeken bir sürü insan görüyordum. En saçma şeylerin bile fotoğrafını çekenler...

Taksi durduğunda taksici bize doğru dönüp bir şeyler dedi. Ben yine anlamayınca Rose'a bakmaya başladım.

''yirmi dolar istiyor'' dedi gözlerini devirerek.

Çantamdaki cüzdanımdan yirmi dolar daha çıkardım. Paraların azalması beni tedirginleştiriyordu. Sonunda otel için bile para kalmayacak gibiydi.

Taksiden indikten sonra Eiffel Kulesi'nin en üstündeki bakır rengi birkaç demiri görebiliyordum. Görünüşe göre Eiffel Kulesi'ne yakın değildik. Maalesef yürümemiz gerekecekti.

Haritadaki Ada: Bölüm 2 • Kısa Korku Hikayesi - Korku Merkezim

''Ben de Amanda'' dedikten sonra elini uzattı. Elini sıkarken aramızda aşırı derecede ki ten farkı beni şaşırttı. Uzaktan bakınca teni o kadar koyu görünmüyordu ancak ellerimiz yan yana gelince onun eli benim elimin yanında kesinlikle simsiyah kalmıştı. Kızıl biri olsam da o kadar da beyaz değildim. Uçak korkumdan dolayı tüm vücudum beyaza kesilmiş olmalıydı.

''Nereye gidecektiniz?'' diyerek dalmış beynimi uyandırdı kadın.

''Fransa, Paris'' dedim lafı uzatmadan.

''Hangi tarihte?''

''Mümkünse yarın.''

''Tabii ki. Tercih ettiğiniz bir havayolu var mı Bay Gray?''

Bir süre düşündüm. En güvenilire binmek istiyordum ama çok param yoktu. ''En ucuzu'' diye yanıt verdim.

Kadın bilgisayara bir şeyler yazdı ve ekranı inceledi. '' Yarın sabah dokuzda Lorder havayolu şirketinden bir uçuşumuz var. Tam olarak bin beş yüz dolar.'' Diye söyledi robotik bir sesle kadın.

İki bilet üç bin dolar tutacaktı. Bizim harcayabilmemiz için ise bin dolar kalıyordu. Bu gayet uygundu.

''Tamam, iki bilet almak istiyorum. Mümkünse cam kenarına uzak olsun.'' Dedim. Camdan dışarıyı izlemeye cesaret edemezdim.

Kadın başıyla onayladıktan sonra parayı almak için elini uzattı. Tüm yıl biriktirdiğim paraları cebimden çıkardım. Bu yolculuk benim bir yıllık üniversite hayatıma mâl olmuştu. İçim yanarak parayı kadına uzattım. Kadın parayı aldıktan sonra bilgisayarda bir tuşa bastı ve yan taraftaki yazıcıdan iki tane kalın kağıt çıktı. Üç bin dolarlık kağıtlar...

Dışarıya çıktığımda yağmur başlamıştı. Yağmur o kadar şiddetliydi ki saniyeler içinde kızıl saçlarımın sırılsıklam olup alnıma dökülmesine neden olmuştu.

Biletleri hızlıca cebime koyup çabuk adımlarla eve doğru yürüdüm. Taksi tutabilirdim ancak çok fazla para harcamıştım. Eper daha da harcamaya devam edersem Paris'te sokakta yatmak zorunda kalacaktık.

Eve vardığımda yağmur tüm hızıyla devam ediyordu. Yeni öğlen olmasına rağmen hava kara bulutlar yüzünden karanlıktı. Yıl boyu ilk kez yağmur bu kadar sert yağıyordu.

Duş almışçasına sırılsıklam evin ziline bastım. Kapıyı Rose açtı. Bu kadar erken geldiğim için şaşırmış görünüyordu.

''Restorandan izin mi aldın?'' diye sordu benim ıslak kıyafetlerimi incelerken.

''Doğrusu yarın ki yolculuk için dinlenmem gerekti. O yüzden işe gitmedim.''

''Ne yolculuğu?''

Onun bu sorusu üzerine gülümsedim. ''Paris. Yarın saat dokuzda''
Rose bu sefer gerçekten şaşırmıştı. Ağzı beş karış açık biçimde bana bakmayı sürdürdü. Şaşkınlığını biraz atlatınca ''Ne?'' sözcüğü ağzından fısıldarmışçasına çıktı.

Cebimdeki biletleri çıkarıp ona verdikten sonra kurulanmak için odama girdim. Kıyafetlerimi değiştirip odadan çıktıktan sonra sevgilimin kapının yanında beni beklediğini fark ettim. Yüzündeki şaşkınlık ifadesi yerini çocuksu bir neşeye bırakmıştı. Kapıdan çıktığım an bana sıkıca sarıldı. Hem sarılıyor hem de öpüyordu. Onun yüzündeki bu mutluluk beni de mutlu etti

Bir anda sarılmayı bıraktı ve yüzü ciddileşti. ''Parayı nereden buldun'' dedi şüpheyle.

Üniversite birikimimi harcadığımı söyleyemezdim. Eğer söylersem benim çok sorumsuz olduğumu düşünürdü. Hatta benden ayrılabilirdi.

''Dün aldığım çekiliş biletinden dört bin dolar kazandım'' diye cevap verdim inandırıcı olmasını umarak.

İlk önce ciddiliği arttı. Ardından yüzü yumuşayıp tatlı gülüşü yine güzel yüzünde yerini buldu. Tekrardan bana sarıldı. Sarılmayı bırakınca ise tekrardan ciddileşti.

''Orada annem ve babamdan bahsetmeyeceğiz tamam mı? Onların yanına gitmek istemiyorum'' dedi.

Ailesiyle kavgasının ne olduğunu bilmiyordum ancak aile işlerine karışamazdım. Ben onayladıktan sonra gülümsedi. Gülümseyerek odasına girdi.

Onun bu Paris özlemini uzun zamandır biliyordum. Hiçbir zaman açıkça söylemese bile, yapıp sattığı tablolarda çoğu zaman Eiffel kulesine yer vermesi, izlediğimiz filmlerde Paris manzarası görünce iç geçirmesi gibi şeyleri fark ettiğimden beri onun bu özlemini biliyordum.

Gece olana kadar coşkulu bir şekilde hem valiz hazırlayıp hem de şarkı söylemeye devam etti. Onun saat kaçta uyuduğunu bile bilmiyordum çünkü ben uyumak üzereyken o hala köşede valize koyduklarını kontrol ediyordu.

Alarmın tiz sesiyle uyandım. Sabahın soğuğu odanın içini sarmıştı. Oyalanmadan kıyafetlerimi giyip küçük sırt çantamın içine bir pijama takımı koydum. En önemli olan şeyi, yani haritayı özenle ikiye katlayıp çantanın içindeki fermuarlı küçük bölüme koydum. Onun güvende olmasını istiyordum çünkü tüm üniversite hayatımı o harita için harcamışken haritayı kaybetmek tam anlamıyla ölüm meselesi olurdu.

Hazırlandıktan sonra yatağın sağ tarafında yatan Rose'a baktım. Yorgunluktan tamamen bitmiş gibi uyuyordu. O anda onun güneş doğana kadar uyumadığı fikrini benimsedim.

Uyandırmak için yanına gidip yanağına bir öpücük bırakıp adını seslendim. Yavaşça gözlerini açtı. Sonra aklına yolculuk yeni gelmişçesine heyecanla ayağa fırladı.

''Geç kalmadık değil mi?'' diye sordu telaşla.


Haritadaki Ada: Bölüm 1 • Kısa Korku Hikayesi - Korku Merkezim

Beşinci kattaki evimin balkonunda oturup elimde yıpranmış küçük haritayı tutarken kendime yemin ettim. Sonu ne olursa olsun o adayı bulacaktım.

Harita çok küçüktü. Üstünde sadece bir ada resmi vardı. Bu kağıt parçasını harita yapan tek şey, sağ alt tarafındaki, yarısı silinmiş koordinatlardı. Haritadaki adanın nerede olduğunu bulmamın tek yolu silinmiş rakamları tahmin etmekti. Ama bu hiç kolay değildi. Çok fazla silinmiş rakam vardı ve Dünya haritasında o adayla ilgili hiçbir şey görünmüyordu.

Ben haritaya bakıp hayallere dalmışken güzel kız arkadaşım Rose arkamdan gelip yanağıma bir öpücük kondurdu.

''Bence o haritaya fazla kafayı takıyorsun.'' Dedi omzumun üstünden kafasını uzatarak.

Üç gün önce, yolda yürürken haritayı bulduğumdan beri tek düşünebildiğim o adaydı. Her gün işten çıkıp eve geldikten sonra ki tüm zamanımı haritadaki silinmiş rakamları tahmin etmeye ayırıyordum. Eğer bir masa işinde çalışıyor olsaydım, iş yerinde de zamanımı harita üzerine çalışmaya ayırırdım ama üniversite için para biriktiren, ailesi ölmüş birinin yapabileceği en iyi iş garsonluktu. Maaşı çok iyi olmasa da sevgilimle yaşadığımız küçük apartman dairesinin kirasını ödemeye yetiyordu. Evin kirasını ödedikten sonra kalan parayı ise üniversite birikimim için bankaya yatırıyordum.

''Haklısın'' dedim yüzümü haritadan ayırmadan. ''Ancak hayatımız çok monoton değil mi? Çok sıkıcı... Belki bu harita bizim maceraya giden biletimizdir.''

Rose bana baktı. ''Hayatımızı sevmiyor musun? Beraber sakin bir hayat sürmek seni mutlu etmiyor mu?'' bunları söylerken sesindeki kırgınlık açıkça ortadaydı.

''Hayır, beni yanlış anladın. Senden hiç sıkılmam. Seninle geçirdiğim her saniye benim için bir ömre bedel ancak seninle biraz daha çok eğlensek güzel olmaz mıydı?'' bunları söylerken elimden geldiğince romantik olmaya çalışıyordum.

Rose küçük balkondaki masanın karşısına, tahta sandalyelerden birinin üstüne oturdu. Ay ışığı karanlık balkonda yüzüne vururken ona bir kez daha âşık olmuştum.

''Belki de bu harita sadece eğlence için yapılmış uydurma bir haritadır'' dedi gözünü bana odaklayarak.

Bu ihtimal benim de kafamdaydı. Yine de haritayla uğraşmak beni eğlendiriyordu.

Rose sözüne devam ederken onun mavi ve ışıl ışıl parlayan gözlerine odaklandım.

''Eğer onun gerçek bir harita olduğuna eminsen amcam John'a göstermeni tavsiye edebilirdim. Kendisi tam bir macera düşkünü... Dünyada uğramadığı kent kalmadığından eminim. Ancak şu anda Paris'te yaşıyor''
Son cümlesini duyana kadar çok heyecanlıydım ama son cümlesi içimdeki heyecanı adeta güçlü bir kasırga gibi savurup attı.

''Paris'e gitmemiz imkânsız'' dedim kendi kendime. Sonra tekrar Rose'a baktım. ''Telefon numarası ya da sosyal medya hesabı yok mu?''

''Hayır, kendisi tam bir teknoloji düşmanıdır. Belki mektup gönderebilirsin ama emin ol cevap en az üç ayda gelir. Denemiştim'' dedi biraz kıkırdayarak.

Bir mektup için üç ay beklemek tam bir işkence olurdu. Ben cevabı hemen şimdi almak istiyordum. Yanı sıra Fransa'ya gitmek için bir birikimim yoktu. Yoksa var mıydı? Hayır, hayır, hayır bunu yapamazdım. Bu haritanın gizemini çözmeye çalışmak her ne kadar zor olsa da kendim yapmalıydım. Geri haritaya döndüm. Her türlü rakamı denememe rağmen Dünya haritasında adayı bulamıyordum.

Ertesi gün sabahın sekizinde işe gitmek için binaların arasından ilerlerken ruhumun işe gitmemek için yalvardığını hissedebiliyordum. Bir anlık bir kararla ruhuma teslim oldum. İşe gitmek için kullandığım karanlık, ıssız yoldan saptım. İlk başta bunu yapmamam gerektiğini düşünüyordum ancak zaman geçtikçe benim kararlılığım arttı. Adımlarım sertleşti. Yere basınca duyduğum tok ses kararlılığın sesiydi.

Yürüdükçe ıssız sokaklar kendini aktif ve çok uzun binalar bulunan caddelere bıraktı. Etrafta bir sürü kişi geçiyordu. Kısa bir süre daha yürüdükten sonra istediğim yere varmıştım. Üniversite paramı yatırdığım bankaya... Bankaya girdim. Çıktığımda elimde dört bin dolar vardı. Bu benim tüm paramdı. İki uçak bileti almaya yetip yetmeyeceğini bilmiyordum bile.

Sırada uçak bileti almak vardı. Uçak bileti satan bir yer biliyordum. Oraya doğru yöneldim. O anda uzun zamandır unuttuğum bir şeyi hatırladım. Benim aşırı derecede uçak korkum vardı. Olduğum yerde durdum. Bir süre düşündüm. Sadece bir harita için üniversite paramın hepsini yiyip, en büyük korkumu yenebilecek miydim? Hemde Rose' un amcasının adanın yerini bilip bilmediği hakkında bir fikrim yokken.

Evet, bunu yapacaktım. Eğer yapmazsam harita bende saplantı halini alacaktı ve sonunda delirecektim. Uçağa binmek ve tüm paramı harcamak, delirmekten daha cazipti.

Tekrar yürümeye başladım. Uçak bileti alacağım dükkâna vardığımda, gümüş rengi kol saatime baktım. İki saattir yürüyordum. Restorandaki patron benim gelmediğimi anlayınca delirmiş olmalıydı.

İçeriye girdikten sonra, bilgisayar karşısında oturan kadının yanına gidip karşısına oturdum. Kadın bilgisayara o kadar odaklanmıştı ki beni fark etmemişti bile.

''Merhaba'' dedim beni fark etmesini umarak.

Kadın anında kafasını kaldırıp bana baktı. Beni fark etmediği için utanmış görünüyordu.

''Üzgünüm efendim'' dedi mahcup bir sesle. ''Hoş geldiniz. İsminiz nedir?''

''Rory, Rory Gray''

Karanlığın Işıltısı Başlangıç • Kısa Korku Hikayesi - Korku Merkezim

Yangın anında yaşadığım her şey kafamda dönüp duruyordu. Halen şokun derinliklerindeydim. Hastanenin rahatsız yatağında yatmış ailemin ölüm haberini duyduktan sonraki başarısız intihar denememi düşünüyordum. Bileğimi kesmeme rağmen gelen polisler beni hastaneye yetiştirmişlerdi.

O evdeki yangında bende ölmeyi dilerdim. Ne yazık ki ben şanssız olan bireydim. Abim annem ve babam ölmüşken bana en küçük bir zarar bile gelmemişti evdeki büyük yangında. Evet, kurtulabilmiştim ama bu kurtulma sayılmazdı. Yüreğimdeki alevler yangının alevlerinden daha acı vericiydi. Ailemi kaybetmek daha acı verici...

Tüm düşüncelerim beynimde dönüp dururken kansızlığın bastırdığı uykuya dayanamayıp, hastanenin beyaz duvarına karşı gözlerimi kapattım. Daldığım derin uykuda tüm ailem oradaydı. Annem ve babam bizi izliyordu. Abimle ben ise bahçedeki potada basket oynuyorduk. Daha küçüktük. Abim beni koltukaltlarımdan kaldırıp potaya yaklaştırınca basket atmayı başarmıştım. Bu güzel zaferin ardından annem ve babam bana tezahürat etmeye başladılar. ''Stephan! Stephan! Stephan!'' zamanla coşkulu tezahürat sesleri yerini daha solgun bir sese bıraktı.

''Stephan, Hey Stephan. Uyan bakalım.''

Uyanmıştım. Karşımda beyaz önlük içinde yaşlı bir doktor duruyordu. Suratında bir sürü kırışıklı vardı. Adam gülümsemeye çalışınca yüzündeki kırışıklıklar artarak derisini bir maske gibi göstermişti. Oraya oturtulmuş yamuk bir maske... Adam büzüşmüş dudaklı ağzını açarak konuşmaya başladı. ''Daha iyi misin?'' diye sordu yumuşak bir biçimde.

Bir cevap veremedim. Bedensel olarak iyi olmama rağmen ruhsal olarak iyi sayılmazdım.

''İyi olduğunu varsayıyorum.'' Dedi doktor. ''Seni buradan alacak bir akraban var mı?''

Düşündüm. Tanıdığım bir akrabam... Evet, vardı. Noel'de yani birkaç gün önce bize gelen amcam George'u tanıyordum. Şehir dışında, küçük bir kasabanın içinde döküntü bir çiftlikli evi olan amcamı...

Küçük kasabanın adını hatırlıyor gibiydim. Evet, evet, hatırlıyordum. Noel'de amcam en az bir milyon kez o kasabadan söz etmişti. Talmore kasabasından.

Doktora kasabanın ve amcamın ismini verdikten sonra hala ihtiyacım olan uykuya bir kez daha atladım. Bu sefer rüya görmemiştim. Derin bir uykunun içindeydim.

Tekrardan uyandığımda bu sefer yaşlı yüzün yanına bir yüz daha eklenmişti. Şişman, kaba ve somurtkan bir yüz. Orta yaşlı bir adama ait olduğu belirgin bir yüz.

''Uyandın demek Stephan'' dedi şişman yüz. Evet, bu sesi hatırlıyordum. Rüyamın sersemliği geçtikten sonra bu yüzün amcama ait olduğunu pek tabi kavradım.

Vücudumu dirseklerim yardımıyla biraz kaldırdıktan sonra amcama baktım. Amcamın yüzündeki soğuk ifade tüylerimi ürpertiyordu. Aslında ona karşı nedensiz bir nefret duymuştum. Onu gördüğüm anda içime nedensiz bir nefret doğmuştu.

''Gidebilirsiniz'' dedi doktor. Elindeki dosyaya imza atma işini bitirmişti.

Kalkıp amcamı hastanenin uzun koridorları boyunca takip etmeye başladım. Amcam kilosuyla orantısız olarak o kadar hızlı gidiyordu ki ona yetişmem için bir süre sonra koşmam gerekmişti.

Sonunda hastaneden dışarı çıkınca, park yerine doğru ilerledik. Bir sürü araba olmasına rağmen hangi arabanın ona ait olduğunu anında bulabilmiştim. Taşralı biri için en uygun araba yüksek bir Jeep'ti. Her tarafı çamurla kirlenmiş bir Jeep.

''Benim sana kapıyı açmamı mı bekliyorsun? Gir hadi!'' diye bağırdı George Amca. O bana böyle bağırınca yüzüne bir yumruk geçiresim gelmişti ancak güçsüzdüm. On bir yaşındaki birine göre fazla güçsüz. O yüzden arabanın kapısını açarak arka koltuğa oturdum. Arabanın içi çok küçükken ailemle gittiğim hayvanat bahçesi gibi kokuyordu. İğrenç.

Çizimin Laneti • Kısa Korku Hikayesi - Korku Merkezim

Bakın her şeyi en basindan anlatmam gerek ancak cok zamanim olmadigina eminim. Uykum geliyor...
Bu sabah dışarıdan gelen sesle uyandığımda güneş penceremin önündeki  toprak yolun az ilersinde bulunan sık yapraklı akasyalarin arasindan yeni yeni ilk ışıklarını saçıyordu. 
Uykulu bir sekilde pencereye baktığımda tek gördüğüm güzel bir sabah ve ıssız sokaktı.
Tam yüzümü pencereden uzaklastirirken gördüğüm kipirti ile tekrardan disariya odaklandim.
Agaclarin onerine dusurdugu golgenin icinde bir siluet benim penceremin onune dogru geliyordu. Bir insan silueti. Penceremin hizasında durdugunda onun tanidik biri olabilecegini dusunerek selam vermek icin pencereyi açtım. Siluet golgelerden sıyrılıp gunesin aydinlattigıbnoktaya geldiginde korkudan donup kalmıştım.  Bu tanidigim biri degildi. Hatta onumde duran şeyin insan oldugundan da supheliydim. Cenesi bi hayli asagida, agzi da cenesiyle orantili olarak buyuk ve asagidaydi. Gozleri balik gibi iki yandan portlemisti ve bacaklari sanki kirilmis gibi parca parca idi.
Bu onumde duran seye daha cok bakmaya dayanamayip kendimi bir anlik toplayarak pencereyi hizla kapattim ve yatagimin, yorganimin icine girdim. Korkudan tir tir titriyordum ve gordugum goruntuyu zihnimden uzaklastirmaya çalışıyordum.
Kapinin kulpu cekilip acildiginda bir an rahat nefes aldım. Anem gelmis olmaliydi. Okul saati yaklasmisti ve her zamanki gibi beni uyandirmak icin gelmis olmaliydi. En azindan ben oyle dusunuyordum.
Yorganimi ustumden cekip anneme sarilmak için ayaga kalktigimda, kalkmadan once kapiya bakmis olmayi diledim. Kapidaki annem değildi.  Disaridaki gordugum adamdi ve bu sefer donup kalmak yerine cigerlerimdeki havayı buyuk bir bagiris ile disari saldim. 
O onumde ki yaratik bana yaklasip aniden beni tuttuğunda artık korkudan cirpinmaya ve daha siddetli bagirmaya yardim istemeye baslamistim. O yaratiklarin sayisi ikiye çıktığında artik her seyin bittiğini hissetmeye baslamistim. Ayni tipteki diger taratigin tek farki eli yerine sivri bir cubugun olmasiydi. Elinin olacagi yerde sivri bir cubuk sanki yarisi kopmus kiskac gibi duruyordu. Kurtulmaya calismaktan vazgecip kendimi onlara birajtigimda yeni gelmis olan yaratik koluma kiskacini sertce batirdi ve... ve beni tekrardan yatagima koyup odadan ciktilar.
Vucudumdaki yuk artik daha da agirlasmaya basladi. Sizlere bu satirlari yazdigim bilgisayara ulasmak icin dahi gercekten zorlanmistim, simdi ise oturdugum bu sandalyeden kalkamayacagima eminim. Bana ne yaptilar bilmiyorum ancak eger bu blogumu okuyan biri olursa... lutfen yardim etsin...lutfen yar...
Herkes sakin olsun. Eğer birileri buralari okuyup endiselendiyse gercekten uzgunuz. Ben phillip'in babasiyim ve size her seyi aciklayacagim. Dogrusu anladigim kadariyla... bu arada phil gayet iyi ve su anda yataginda uyuyor.
Bu sabah ise gitmek icin disari ciktigimda bir sigara icmek icin ağaçlik alanda durup gunesin dogusuna bakmaya karar verdim. O sırada phil'in pencereden bana baktigini gorunce ona döndüm ve gunaydin demek icin penceresine yaklastim ancak o bana sanki uzayli gormus gibi bakiyordu. Hızla penceresini kapattigini gordugumde iyi olup olmadigini kontrol etmek icin odasina girmek istedim ancak odasina girdigim de beni gormesiyle bagirmasi bir oldu.
Korkuyla bagiriyor ve sanki birisi ona zarar veriyormuscasina inliyordu. 
Neler oldugunu sordugumda yanit vermeyip bagirmaya devam edince son care olarak karima sakinlestirici getirmesi icin bagirdim ve phil'i tuttum. Doğrusu bu gerçekten zordu. Sonucta artık genç biri ve gucu benden daha fazla. Karım ona sakinlestirici igneyi telasla yapinca onu biraz uyumasi icin odaya biraktik ve bir psikiyatristen randevu aldiķ. Onun iyi olup olmadigina bakmak icin odaya girdigimde ise bu yaziyla karsilastim.
Durun bir dakika... odanin icinde bir tane de zarf var. Bilgisayarin hemen yaninda. Kimden geldigi belli degil. Sanirim acmamam gerek ancak bu phil'e ne oldugunu aciklayabilir. Bu yuzden acacagım. Actıktan sonra size ne oldugunu aciklarim.
Zarfın icinde eski, sarı ve çizgili bir kağıda yesil kalemle cizilmis karalama bur resim var. Sanki bir ilk okul cocugu cizmis gibi ancak bu resim phil'in yazisinda beni ve annesini tabir ederken kullandigi tabirlerle birebir uyusuyor. 
...
Arkamda oğlumun yataginda yatan seyin be oldugunu bilmiyorum. Lutfen yardim edin. Iki yandaki gizleri bana odaklandi...