Ada benim için her şeydi ama neden böyle hissettiğimi bilmiyordum. Adanın bana karşı bir çekim gücü vardı sanki.
Eiffel Kulesi'nin dibine vardığımızda insanların elinde fotoğraf makinesinden başka hiç bir şey olmadığını fark ettim. Kimse oturup manzaranın keyfini çıkarmıyordu. Telaş içinde sosyal medyaya koyacakları o 'muhteşem' fotoğrafları çekiyorlardı. Ben bu hataya düşemezdim. Tüm birikimimi sadece birkaç fotoğraf için harcamamıştım. Çimlerin üstüne oturdum ve insanların karmaşası ardındaki güzel demir başyapıtı izledim. Rose'da benim düşüncelerime sahip olacak ki yanıma oturdu.
Demir kuleye bakarken yine aklım adaya kaydı. Buna engel olamıyordum. Adeta bir takıntıya dönüşmüştü ve yaşamıma engel oluyordu. Hemen o adayı bulmam gerekti ama Rose'un amcasıyla görüşmek için beklemek zorundaydım.
Kuleye bakmaya devam ederken sevgilimin beni dürttüğünü hissettim. Kolumdan yavaşça dürtmüştü. Ona baktım.
''İstersen gidebiliriz benim için bu kadar yeter'' dedi usulca.
Onun bu davranışı gerçekten hoşuma gitmişti ama gitmek istemiyordum. Onun buranın keyfini doyasıya çıkarmasını istiyordum. Eskiden yaşadığı bu semtlerin kokusunu bir kez daha doyasıya almasını istiyordum.
''Kalabiliriz'' dedim. ''Amcanın yanına yarın gitmemizde bir sorun olmaz''
Kız cidden mutlu olmuştu. Gülümseyişini büyüttü ve boynuma sarıldı. Onun gül kokulu parfümü burnumu doldururken ipeksi saçları yüzümü okşuyordu.
Zaman geçti. Ben sıkılmaya başlayınca havada çoktan kararmaya başlamıştı. Ayağa kalkıp küçük bir pansiyon bulmak için şehrin etrafını dolaşmaya başladık. En sonunda eskimiş harflerle, kırık kapısında 'Paris Pansiyon' yazan bir yer bulduk. Ne kadar yaratıcı bir ad diye düşünürken çoktan içeriye adımımı atmıştım. Ucuz fiyata bir oda kiraladıktan sonra yukarı çıkıp odaya girdik. Oda tahmin ettiğimden daha küçüktü. Eski, dökülmüş duvarlar odaya iğrenç bir koku yayıyordu. İçinde iki küçük yatak vardı odanın. O kadar kalitesiz bir oteldi ki odalarda özel tuvalet bile yoktu. Sadece koridorun sonunda ortak bir tuvalete sahipti. Bununla yetinmek zorunda olduğumuzu biliyordum. Zaten sadece bir gece kalacaktık.
Eşyalarımızı yerleştirdikten sonra akşam yemeği için dışarı çıktık. Elimizi bir sosisli aldıktan sonra tahta bankın üstüne oturduk. Hava soğuk değildi. Aksine ceket giymeye bile gerek yoktu.
''Buraya benim için gelmediğin çok açık. O harita için buraya gelmeye bile katlandın. O haritayı bu kadar önemli kılan ne?'' diye sordu konuya ani bir dalış yaparak.
Bir anlık afalladıktan sonra ''Bilmiyorum'' dedim. ''Sadece içimden bir ses o adanın özel olduğunu söylüyor. Kim bilir belki büyük bir hazine vardır. Karasakal'ın hazinesi.'' Son cümleme biraz alay katmıştım. O adada bir hazine olmadığına neredeyse emindim. Orayı bulursam göreceğim tek şeyin toprak parçası olduğunu da bir nevi biliyordum.
Günün geri kalanında Rose'un benim hakkımdaki tedirginliğini hissetmiştim. Benim delirmiş olduğumu düşünüyor olmalıydı ki bu o kadar olağan dışı değildi.
Sabah gıcırdayan, rahatsız pansiyon yatağımda uyanınca saate baktım. Henüz çok erkendi ama uykum bir kez açılmıştı artık. Pencerenin kenarına oturup dışarıyı seyretmeye dalmışken Rose kulağımın yanına bir öpücük kondurdu. Evet, o da uyanmıştı. Ben de ona küçük bir sabah öpücüğü verdikten sonra ayağa kalktım.
''Amcamın yanına gidelim. Hadi.'' Diyerek çantasını hazırlamaya başladı.
''Daha çok erken değil mi?'' Diye sordum onun bu acelesine karşın şaşırarak. Aslında ben de hemen gitmeyi istiyordum ama Rose'un şaka yapıp yapmadığına emin olmalıydım.
''Amcam erken uyanan biridir. Onun için gün erken başlar. Onu evde yakalamak istiyorsan sende erken gitmelisin.'' Dedikten sonra pijamalarını çıkartıp üstüne tekrardan renkli ve güzel bir elbise giydi.
Dışarı çıkıp telaşlı insanların arasına karışınca, yolu bildiğini umduğum sevgilimi takip ettim. Kısa bir yürüyüşün ardından tek katlı ancak bayağı modern, havuzlu bir bahçesi olan evin önünde durduk.
''Burası'' Deyip kapının ziline bastı. İçeriden biraz patırtı geldikten sonra kapı açıldı. Kapıyı açan kişi yüzü yaşlılıktan kırışmış, beyaz saçlı ve seksenlerinde görünen zayıf, yaşlı bir adamdı.
Rose'u görünce yaşlı adamın yüzünde bir gülümseme bekledi. Yeğenini hala hatırlamasına şaşırmıştım. Normal bir insanın bu yaşlarda çoktan bunaması gerekti. Kıza sıkıca sarılınca bir anlığına kızı boğacağını bile düşündüm.
Bir dakikalık sarılma seansından sonra kızı bıraktı. Kızı bırakıp, yüzündeki gülümsemeyi silmeden bizi eve davet etti.
Ev çok sade ve hoştu. Düzenle yerleştirilmiş mobilya takımı, bembeyaz ve temiz duvarlar eve güzellik katıyordu. Duvara özenle asılmış siyah beyaz tablolar dikkatimi çekti. Adam gerçekten her yeri gezmişti. Buckhingam Sarayı, Özgürlük Heykeli ve neresi olduğunu bilmediğim bir sürü yerin yanında fotoğraf çekinmişti. Ama o günler çok eskide kalmış gibi görünüyordu. Adam şu anda evden çıkabildiğine şükrediyor olmalıydı.
Salondaki kırmızı, sert koltuğun üstüne oturduk. Yaşlı adam ise önümüzdeki tahtadan olan sallanan sandalyeye oturmuştu.
''Seninki mi?'' diye sordu Rose'a göz kırparak. Rose utanmış olmalı ki yüzü bir anda kırmızıya dönmüştü.
''Evet erkek arkadaşım'' dedi sakince.
Kendimi tanıtma gereği duymuştum. Adama gülümsedim. '' Adım RoryGray. Amerikalıyım.''
''Rory evlat. İyi birine benziyorsun.'' Ardından tekrar Rose'a baktı. ''Paris'e gelmişken anne ve babanı ziyaret etmişsindir umarım. Çok fazla küs kaldınız. Barışmanın vakti geldi.''
Rose geldiğimizden beri anne ve babasından bir kez bile söz etmemişti. Bende ona sormamıştım.
Rose konuşmayı uzatmamak için yalan söylemeyi tercih etti. ''Geldiğim an ilk olarak onlarla buluştum'' dedi yüzünde bir tebessüm kırıntısıyla. Amcası inanmamış olsa da en azından inanmış gibi yapıyordu.
''Hayat nasıl gidiyor'' diyerek oluşan derin sessizliği tekrardan bozdu yaşlı adam.
''Doğrusu bir harita için bilgi edinmeye gelmiştik'' dedim konuşmaya dahil olarak. Havadan sudan konuşacak sabrım yoktu. Çantamın ön yüzündeki yıpranmış küçük haritayı çıkardım.
''Vay, bu çok heyecanlı'' dedi belli bir İspanyol aksanıyla. Bu aksanla konuşması uzun bir süre ispanyada kaldığını belli etmişti.
Elimdeki haritayı umutla ona uzattım. Mutlu edici bir cevap beklerken adamın yüzü asıldı. Duyguları bir saniyede tersine döndü. ''Bu haritayı nereden buldun?'' diye sordu dehşetle.
''Yolda yürürken buldum'' diyerek öz bir yanıt verdim.
''Bu haritayı hemen çöpe at! Bu aptal haritayı hemen benden uzaklaştır!''
Onun bu tepkisi benim korkup yerimden fırlamama neden olmuştu. Aynı zamanda içimdeki merak doruk noktasına ulaşmıştı. ''Ne oluyor'' diye sordum ihtiyarın beni tatmin edecek bir cevap vermesini umarak. Ancak o hiçbir yanıt vermedi. Sadece haritayı elime tutuşturduktan sonra koridora doğru yürüyüp çıkmamız için kapıyı açtı. İkimizde kovulmuştuk.
''O böyle biri değildir'' dedi pansiyona birkaç adım kala Rose. Beni, yaşlı adamın ediklerini düşündüren trans uykusundan uyandırmıştı.
''anlamıyorum'' dedim pansiyona girerken. Sadece Rose'un duyabileceği bir şekilde. ''O haritayı yok edemem. Onun dediklerini yapamam''
''Haritayla istediğini yap.'' Dedi Rose pek umursamaz bir tavırla. O da haritanın lanetli olduğuna inanmamıştı.
Adamın dediklerini unutmaya çalışarak rahatsız yatakta kestirdim. Uyandığımda geri dönüş uçağımızın kalkmasına az kalmıştı. Yanımda kıvrılıp uyumuş olan Rose'u da uyandırarak hazırlandım. İçimde derin bir hüzün vardı. Tüm okul param bir hiç uğruna yanıp kül olmuştu.
Hava alanına yaklaşınca uçak korkum tekrardan kendini gösterdi. Bu sefer diğerinden daha fazlaydı. Sadece pencere kenarında bilet kaldığı için oradan almak zorunda kalmıştım. Rose'la aynı sırada bile oturmayacaktık. Bekleme salonuna geldiğimizde Rose yine eskisi gibi elimi sıktı. Korktuğumu fark etmişti. Korktuğumda veya üzüldüğümde hep anlardı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder